21 Mart 2015 Cumartesi

ÇERKEZ ETHEM

Tarih sayfalarını araladığımızda bir çok bilinmezle karşılaşırız. Bir yerden sonra peşine düşmekten bile vazgeçeriz bir çok şeyin.Bilinmezlik perdesinin arkasındaki konulardan biri de bazı kişilerin vatan sever mi yoksa hain mi olduğu konusudur. İşte bu konulara bir göz gezdirdiğimizde en çok yakın tarihimiz çıkar karşımıza. Ne de olsa zorlu bir sınav yaşamış milletizdir ve keskin sınırlar çizmek zorunda kalarak atlattığımız bir mazimiz vardır...
İşte yakın tarihimize baktığımızda vatan severlik konusunda kafa karıştıran kişilerden birisi de adını çokça duyduğumuz Çerkez Ethem'dir.

Trablusgarb, Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı derken bitmiş, tükenmiş, dermanı kalmamış bir milletin, 'Artık buraya kadar' dediği bir dönemdeyizdir. Şimdilerde kahraman addettiğmiz Halide Edip'lerin daha Amerikan mandası tek kurtuluş dedikleri bir dönemdir yazımızın kahramanının yaşadığı dönem.. 'Geldikleri gibi giderler' yahut 'Ya istiklal ya ölüm' sözlerinin henüz gönüllerde yeşermediği günlerdir belki de... Bunca umutsuzluk içinde düşmana teslim olmayanların isminin Kuva-yi Milliye olduğu zamanlardır... Henüz Mustafa Kemal ismi anadolu insanında umut olmadan 'Çerkez Ethem varmış' denildiği zamanlardır o zamanlar...
Çerkez Ethem, 1885 yılında Bandırma'da doğmuştur. Bandırma'nın bir köyü olan Emreköy'e yerleşmiş Şapsığ Çerkes boyundan, Ali Bey'in beş oğlunun en küçüğüdür.. Ağabeyleri Tevfik ve Reşit beyler Harbiye bitiren subaylardır.Çeşitli savaşlarda Osmanlı ordusunda görev almışlardır.
Çerkez Ethem hatıratında 2 ağabeyinin subayken kendisinin olmamasını babasının iki evladını orduya vermişken küçük oğluna kıyamaması olarak açıklamaktadır.. Lakin, Çerkez Ethem, evden kaçarak Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girmiştir...
15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgali üzerine, vatan savunmasına başlamak için vurucu güç olarak Kuva-yi Seyyare'yi kuran Çerkez Ethem,"Umum Kuva-yi Milliye Komutanı" ve Ankara'daki 20. Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa ile istişare ederek İngiliz ve Yunan birliklerinin ilerlemesine karşı gerilla operasyonları düzenlemiştir. Düzenli ordu kurulana dek TBMM'ye karşı girişilen ayaklanmaları bastırmıştır...
Buraya kadar her şey çok güzel...
Düzenli ordu kurulmadan önce gerilla saldırıları yapmak düşmana ağır yaralar verse de bitirici bir darbe vuramamaktadır. Olağanüstü hallerin yaşandığı o günlerde anadoluda hukuksal meselelerin halledilmesi amacıyla kurulan İstiklal Mahkemeleri Çerkez Ethem'in işleyiş tarzına pek uygun düşmemektedir. Bu bağlamda Çerkez Ethem ve kardeşleri kaçak erat ve casusların, birliklerin önünde asılarak idam edilmesi şeklindeki uygulamaya devam edeceklerini bildirmişler, mahkemeyi tanımamışlardır.
Bunun dışında Yozgat Ayaklanmasının Kuva-yi seyyare ve TBMM kuvvetlerince bastırılması sonrası Asker toplama yetkisi TBMM kuvvetlerinde iken bu yetkiyi tanımayarak kendisinin asker toplamaya başlaması malesef iplerin gerildiği dönem olmuş meclis ve Çerkez Ethem arasında...
Çerkes Ethem düzenli orduların dünya genelinde artık işe yaramadığını,ülkeyi ancak milli kuvvetlerin kurtarabileceğini düüşünmektedir.

 Düzenli ordunun kurulmaya çalışıldığı dönemde Batı cephesinin yönetimini ele almak istemesi ve düzenli ordunun bir parçası olmayı reddetmesi benim anladığım kadarıyla iki taraf arasında kopuşun son noktası olmuş.
Mesele 1920 nin son aylarında ayaklanma şeklini almış. Çerkez Ethem Kuva-yi Milliye nin diğer komutanlarına telgraflar çekerek onların da yanında olmasını istemiş bu süreçte..
Düzenli ordu İsmet Bey ve Refet Bey'in komutasında 1921 yılı ocak ayında Kuva-yi Seyyare'nin tuttuğu Gediz-Kütahya üstüne yürümüş.
Düzenli orduyu 1. Süvari Grubu komutanı Binbaşı Derviş Bey takip ediyormuş. Derviş Bey, Ethem'in arkadaşı olduğu için, Yunanlara sığınmadan önce tüm silah ve cephanelerini TBMM kuvvetlerine bırakmasını sağlamış...
Hikaye bu şekilde... Peki durumu bir de Çerkez Ethem'in dilinden dinleyecek olursak ; “Suçlular affedilmeyi kabul eder, ben suçlu değilim. Aziz vatan için herkesten önce yola çıktım, mevki ve şeref düşünmedim. Bu durumda dönmektense iftiraya uğramış bir mağdur olarak ölmeyi tercih ederim. Bugün dahi sebeplerini bilmediğim için izahtan mahrum olduğum sebeplerle memleketim, vatandaşlarım ve tarih huzurunda ihanetle tescil edilmiş durumdayım. Kesinlikle ithamların ağır mesuliyetine layık bir günahkar değilim; fakat gerçekleri tarafsız bir mahkeme huzurunda izah edebilecek miyim? Hayır. O halde gurbette devam edecek ve gurbette öleceğim. Ta ki akıbetim günün birinde o ilk günlerin tarihini yazmak isteyen kimselerin dikkatini çeksin ve meseleyi baştan sona ele alsınlar. Belki çok hatalarım olduğunu, fakat asla vatan haini olmadığımı tespit etsinler.”
Bazı dönemler vardır, toplumların var ile yok arasında yaşadıkları, devam etmek ile bitmek arasında oldukları...O dönemler olağanüstü dönemlerdir ve başta bulunan kişiler net olmak zorundadırlar. İsteseler de istemeseler de bazı kararlar vermek zorunda kalırlar...O dönemde de Türk toplumu büyük bir imtihandan geçmektedir ve malesef baştaki kişilerin net olması halkın net olması anlamına geleceğinden bazı kişilere dönem gereğince hain damgası vurmak zorunda kalmışlardır...
Çerkez Ethem de hain denmek zorunda kalınanlardan mıdır yoksa gerçekten hain midir bilinmez.. Lakin hatıratında da söylediği gibi 'Aziz vatan için önce yola çıkan' ın o olduğu da açıktır sanırım..

selametle..

TAC MAHAL

Şah Cihan'ın sevgili eşinin ölümünden sonra yaptırdığı anıt mezar... Hepimizin ezbere bildiği bu yapıt yalnız bu bilgiyle sınırlı kalır her zaman. Peki bu ünlü mimarinin hikayesini merak etsek, araştırsak karşımıza neler çıkardı?
Şah Cihan, Hindistanda 1526-1858 yılları arasında hüküm süren Türk-Müslüman devleti  Babür  İmparatorluğunun 6. hükümdarıdır. Tüm tarih kitaplarında ismi geçen Şah Cihan'ın sevgili eşi ise Mümtaz Mahal (Ercümend Banu Begüm) dir. Mümtaz Mahal, Şah Cihan'ın 7 eşinden en sevdiği eşidir.
 
Hazin hikayemiz, Şah Cihan'ın bir isyanı bastırmak için Burhanpur'a yolculuğu sırasında cereyan etmiş. Mümtaz Mahal, Şah Cihan'ın çıktığı seferlere her zaman onunla birlikte katılırmış. Bu sefer sırasında da eşine eşlik etmek istemiş. Lakin bu defa öncekilerden farklı bir durum mevcut; Mümtaz Mahal, Şah Cİhan'ın 14. çocuğuna hamiledir... Sefer sırasında doğum yaparken Mümtaz Mahal vefat etmiş...
Şah Cihan, çok sevdiği eşinin ölümünün ardından 2 yıl yas tutmuş. Devlet işlerinden elini eteğini çekmeye başlamış ve mimariye merak salmış. Doğum sırasında ölen kadınların kutsal sayıldığı Hindistanda Şah Cihan, insanların gördüğü en güzel anıt mezarı yaptırmak üzere ahd etmiş...
Kendisine 2000 e yakın proje sunulan Şah, en sonunda şuanki mimaride karar kılmış.. Yapımı 21 yıl süren bu muhteşem yapıtta yaklaşık 22 000 işçi çalışmış... ayrıca yapılırken filler de büyük işleve sahipmiş.

Tac Mahal'in mimarları ise  Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi... Bu mimarlar İstanbul'dan özel olarak çağrılmış...
Bu mükemmel yapı kendisiyle birlikte bir çok efsaneyi de beraberinde getirmiş. En çok dile getirileni ise, yapımı sırasında çalışan işçilerin tekrar böyle bir bina inşa etmemeleri için kollarının kesilmesi... Lakin insana çok ürkütücü gelen bu efsanenin gerçek olmadığı  tarihçiler tarafından belirtilen bir hakikat.. Bir diğer efsane ise, kubbelerin yapımı sırasında inşa edilen iskelelerin sökülmesi ile alakalı. İskelelerin sökülmesinin 5 yıl alacağı haberi Şah'a bildirildiğinde, halka sökülen her tuğlanın söken kişide kalacağı söylenince iskelenin 1 gecede sökülmesi...
Şah Cihan, Tac Mahal yapıldıktan sonra, onun karşısına,  yapımda kullanılan mermerlerin siyahından bir kopyasını yaptırmak istemiş lakin yapımına başlanan Siyah Tac Mahal sonraki imparator tarafından yıkılmış...
Şah Cihan, Tac Mahal'in yapımından kısa bir süre sonra oğlu tarafından tahttan indirilmiş ve geri kalan ömrünü Tac Mahal manzaralı odasında geçirmiş...
Dünyanın 7 harikası arasında sayılan bu muhteşem mimarinin hikayesi bu şekilde...

Selametle...

KARA ÖLÜM

Bu defa aslında çok da bilindik olmayan bir hikaye. 14. yy da Avrupa kıtasını belki de yok olmanın eşiğine getiren veba salgını...
Daha önceden de Avrupa kıtasında aslında görülüyormuş veba hastalığı ama 14. yyda olan salgın kadar hiç biri etkili olmamış. Öncelikle Avrupa'nın üçte birini yok eden bu hastalığı tanımakta fayda var.
Orta Çağda veba 3 alt tipe sahiptir; hıyarcıklı, septisemik ve pnömonik... En yaygını ise hıyarcıklı cinsidir.  Yersinia pestis isimli bakteri tarafından enfekte olan bir kemirgence yayılmaktadır.Bakteri aslen pirelerde bulunmakta, onlar tarafından bir kemirgenden diğerine taşınmaktadır.En çok fare türü kemirgenlerce bulaştırılmaktadır insanlara hastalık... 14. yyda hayvanların çokça ölmesiyle hastalık pirelerin taşıyıcılığı ile insanlara geçmiş ve salgın boyutuna ulaşmıştır.
Pirenin ısırığı bakteriyi insanın lenf sistemine göndermektedir ve kasıklarda, bacaklarda ve koltuk altlarında hıyarcık denilen ağrılı şişlikler oluşmaktadır. Eğer şişlikler patlar ve zehirli bakteri dışarı yayılırsa hasta sağ kurtulabilme şansına sahiptir. Ancak bu olmazsa hasta, ilk şişlik görüldükten sonraki üç gün içinde ölmektedir...
Hastalığın septisemik türünde bakteri kan dolaşımında, pnömonik türünde ise Akciğerlerde enfeksiyon oluşturmaktadır.
İçi kanla dolu koyu şişlikler bu hastalığın karakteristiğini oluşturmakta ve 'Kara Ölüm' ismini vermektedir...
Hastalıkla ilgili bilgi verdikten sonra gelelim salgına... Salgın, genel kabule göre ilk Çin'de ortaya çıkmış, Asya kıtasında yayıldıktan sonra 1345 yılında Avrupa'ya geçmiş...
Avrupa'ya geçiş şekli ise belki de yazımızın en ilgi çekici kısmı..1345'de  Kırım`daki Ceneviz kolonisini kuşatan Moğol ordusunun vebalı ölüleri mancınıklarla şehre fırlatması ile hastalığın Avrupa kıtasındaki yolculuğu başlamış olur...
Ticari rotaları izleyerek Avrupada hızla yayılmış veba... İklimsel değişikliklere duyarlı olan pireler kış aylarında yaşam ortamı bulamadığı için, kışın azalan salgınlar, ilkbaharda tekrar yükselmiş ve bu döngüyle uzun yıllar devam etmiş...
Dönemin insanları oluşan salgınla alakalı değişik teoriler üretmişler. Bir çoğu bu hastalığın Tanrı'nın bir cezası olduğunu düşünmüş. Bir kısmı ise uzayda olan astronomik olaylara bağlamış. Kimisi de yeryüzündeki depremlerden dolayı yayıldığı fikrini savunmuş. Kötü havanın hastalığa sebep olduğunu düşünenler tütsü yakıp havanın güzel kokmasını sağlayarak hastalığı yenmeye çalışmış...
Banyo yapılmazsa derideki gözenekler açılmaz ve kötü hava vücuda giremez, inancı nedeniyle 1800’lü yıllara kadar, Avrupa’da insanlar yıkanamamışlar hastalık korkusuyla ve elbette bu, salgının daha da alevlenme sebeplerinden olmuş... Hastalık sebebi olarak Yahudileri gösterenler de varmış ve malesef Yahudiler diri diri yakılmaya varacak durumlarla karşı karşıya bırakılmışlar...
İnsanlar, vebadan ölen yakınlarının cesetlerini kapının önüne bırakıyor, görevliler de evlerin önlerinden cesetleri toplayıp uzak yerlere götürüyorlarmış...
Salgın yalnız Avrupada derin izler bırakmamış elbette, tüm dünyayı kasıp kavurmuş...
Bazı yerlerde nüfus azalması yaşanırken bazı yerlerde de nüfus tamamen yok olmuş. Yaklaşık 100 milyon insanın birkaç yılda vebadan öldüğü hesaplanmış. Avrupa nüfusunun üçte biri yaşamını kaybetmiş.
Salgından önce 450 milyon olan dünya nüfusunun 350 milyona düştüğü hesaplanmakta..


Salgın yalnız nüfusu değil Orta çağ Avrupasını her yönden vurmuş. Ekonomik, sosyal, dini, kültürel... her açıdan Avrupa bu dönemde tam anlamıyla bir çöküş yaşamış...
1345 salgınının etkileri 1350`li yıllarda azalmaya başlasa da tam olarak kaybolmamış ve veba, bu denli şiddetli olmamakla birlikte, daha sonra birkaç kez daha Avrupa topraklarında görülmüş...
Salgın sonrası ancak 200 yıl sonra Avrupa, tam anlamıyla toparlanabilmiş...

Selametle...

EL DEĞMEMİŞ YENİ BİR DÜNYA: AMERİKA

Lise tarih derslerinden Avrupa'nın aydınlanma, orta çağdan kurtulma dönemlerindeki coğrafi keşifleri ara ara hatırlarız. Bazen üzerine kafa yorarız, onlar bunca adım atarken biz neden bir şey yapmadık diye... Sizleri bilmem ama ben böyle düşündüğümde kafamda beliren tek cevap; biz orta çağı yaşamadık ki, Avrupa bizim karşımızda ezildiği için o adımları atmaya çalıştı... Sonra ardından bir cevap daha; bir günü önceki gününden önde olmayan geride sayılır.. O zamanlar yaptığımız hata da belki bu sözü unutmamızdı, kim bilir...

Gelgelelim bu günün süper gücü o günlerin el değmemiş kıtasının keşfine... Bu konuyu araştırırken karşılaştığım bir tartışma var. Amerika'yı gerçekten   Christopher Columbus  mu keşfetti yoksa ondan önce müslümanlarca zaten keşfedilmiş miydi? Batılı kaynaklarda müslüman kaşiflerden elbette bahsedilmiyor, lakin bizim bazı tarihçilerimiz başta Piri Reis'in haritası olmak üzere bazı kaynaklara dayanarak Amerikanın  Christopher Columbus'dan önce keşfedildiği görüşünde. Piri Reis'in haritasının o zamanın coğrafi koşullarına göre kusursuz oluşu ve haritada bulunan o zamanlar henüz keşfedilmemiş bazı dağlar ve akarsular bu tezi desteklemekte. Diğer bir destek ise Christopher Columbus Amerika'ya gittiğinde orada müslüman camilerinin olduğunun iddia edilmesi...( Mustafa Yahya Coşkun'un Amerika'yı kim keşfetti yazısı)
Bunların da dışında hala resmiyette bulunan bilgi, 1492 yılında  Christopher Columbus  tarafından yeni bir kıtanın keşfedildiği lakin kendisi buranın yeni bir kıta olduğunu anlamadığı ve ondan 5 yıl sonra 1497 yılında Amerigo Vespucci'nin yeni bir kıta olduğunu anladığıdır...
15. yy dünyasında Osmanlı İmparatorluğu hakimdir ve zamanın önemli ticaret yolları Osmanlı kontrolündedir. Bu durum batılı ülkelerce zorlayıcıdır ve Hindistan, Çin gibi doğunun zenginliklerine gidebilmek için yeni yollar arayışı içindedirler. Böyle bir dönemde  Christopher Columbus isimli italyan denizci yeni bir yol bulabilmek için kendisine inanır ve destek arayışları içine girer.. önce Portekiz'den daha sonra da İspanya'dan destek ister.( Bir kaynakta  Christopher Columbus'un dönemin padişahı 2. Beyazid'tan da yardım istediği, sultanın da destek verdiği yazmakta) zamanın İspanya kraliçesi İsabella destek isteğini kabul eder ve  Christopher Columbus yola çıkar. Yola çıkarken kafasında, sürekli batıya giderse doğuya ulaşabileceği düşüncesi vardır... Ki dünyanın yuvarlak olduğunun söylenmesinin bile yasak olduğu bu dönemde Christopher Columbus'u cesaretinden dolayı tebrik etmek gerekir, ama bize düşmez elbette :). Bunun yanısıra Avrupa'da dünyanın yuvarlak olmadığı düşünülürken  Christopher Columbus'un dünyanın yuvarlak olduğunu müslüman kaynaklardan okuduğunu da belirtmek de fayda var zannediyorum :)
 Christopher Columbus tüm hesaplarında haklı çıkar. tam olarak hesapladığı yerde koca bir kıta vardır...
 Ve avrupanın yeni dünyaya taşınma süreci başlamış olur...
Geçen hafta katıldığım, tarihçi yazar Talha Uğurluel'in konferansında bu konuda kurduğu cümle halen kulaklarımda. Aslında daha önceden de hafızamın derinliklerinde olan bu cümle o günden sonra bu konuda epey kafa yormama sebep olmuştu, ki sonrasında bu yazıyı yazmak nasip oldu; Avrupa, Amerika'yı keşfettikten sonra oraya çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniyeler götürüp yerli halka dağıtmıştı...
Amerika'nın keşfinin beraberinde, el değmemiş yeni bir kıtada, soykırımları, sömürgeleştirmeleri, salgın hastalıkları da getirdiği söylenegelen bir efsane... Amerika keşfolunduktan yaklaşık bir buçuk asır  sonra kızıldereli nüfusunun %80 azaldığı yazmakta.. Bu sayı 20. yy başlarında %95 lere ulaşmakta malesef... Bu ölüm oranlarında en büyük pay eski dünyadan taşınan salgın hastalıkların...( wikipedia.org)
Amerika keşfedildikten hemen sonra kolonizasyonlar başlamış. Avrupa'da özellikle yoksul yaşayan halk akın akın yeni bulunan kıtaya gelmeye başlamış. Hangi kolonilerin nerelere yerleştikleri genel itibariyle halen günümüzde de bilinmekte... El değmemiş bu dünyada hızlı bir köleleştirme başlamış ilk başlarda.. Daha sonrasında zamanın papası Papa VI. Alexander yayınladığı bir bildiri ile yeni bulunan kıtanın topraklarının tamamının İspanya kralına ait olduğunu açıklamış. Bunun karşılığında bu kıtada yaşayan insanların hristiyanlaştırılmasını istemiş. Bu sebepledir ki sonraki yolculuklarda Amerika'ya papaz ve keşişler de gönderilmiş. Misyonerlik çalışmaları çerçevesinde yer yer zorlamalarla yer yer eğitici çalışmalarla histiyanlık yayılmaya çalışılmış.( wikipedia.org)


Kölelik o zamanların Avrupasında hristiyanlar arasında yasak; bir hristiyan başka bir hristiyana köle olamaz ama başka bir dinden olan biri köle olarak alınabilir. Amerika'da da bu düşünce uygulamaya konuşmuş. Burada belirtmek isterim ki, keşif öncesi Amerika'da da kölelik yaygın bir mesele imiş. Bir savaş sırasında alınan esirler köle alınıp baze çalıştırılıyor bazense tanrılara kurban ediliyormuş zamanın İnka ve Aztek uygarlıklarında. Bu yüzdendir ki kölelik yeni bir ritüel olmamış yeni bulunan kıtada...
Ne var ki keşif sonrasında yeni iş merkezleri haline getirilen bu kıtada iş gücü gereksinimi çıkmaya başlamış.. Hastalıklar vs sebepleri ile yerli halk o kadar azalmış ki çalışacak insan bulunamaz olmuş. Bunun da ötesinde elbette kolonilerdeki insanların da yaşam süreleri fazlasıyla azalmış yaşam koşullarından ötürü... İş gücü çaresini köle ithali yapmakta bulmuş toprak sahipleri..  Afrika'dan alınan zenci köleler Amerika'ya getirilip burada çalıştırılmaya, alınıp satılmaya başlanmış. Lakin yaşam koşulları bu köleleri de vurmuş ve yaşam süreleri çok fazla kısalmış ve bu da toprak sahiplerinin ihtiyacını karşılayamaz olmuş...
Bazı toprak sahipleri Avrupa'daki yoksul halktan gençleri Amerika'ya taşıyormuş bu dönemde. Avrupa'da yoksul ailelerdeki gençler için babalarıyla anlaşma imzalıyorlarmış. Anlaşmaya göre 7 yıl boyunca bu gençler ücretsiz olarak toprak sahipleri için çalışacak ve ihtiyaçları da bu iş verenlerce karşılanacakmış. Denildiği gibi bu gençler Amerika'ya götürülmüş, ihtiyaçları karşılanarak ücretsiz çalıştırılmış, bunun dışında başka beceriler de öğretilmiş. Ve 7 yılın sonunda kendi hayatlarını kurmaları için izin verilmiş. Lakin bu gençlerin pek azı bu fırsatı yakalayabilmiş. Bir çoğu bu süreyi tamamlayamadan ölmüşler...
Avrupalılar bu yeni dünyayı yalnız kendi başlarına fethetmemişler. Yapılan arkeolojik çalışmalar giden kolonilerin bir çok yerli halkla ittifak ettiğini de göstermekte...
gel zaman git zaman.. yaklaşık 600 yıldır Avrupalılar bu yeni dünya üzerinde yaşamakta.. Ve kızılderelilerin, yerli halkın fazlasıyla azınlık olduğu o topraklarda süper güç olarak devam etmekte...

Selametle...

16 Ağustos 2014 Cumartesi

GÖZE GÖZ DİŞE DİŞ

Bazen çok kullandığımız bu sözün nerden geldiğini bilir miyiz? Cevap evet olabilir... Hammurabi kanunlarından gelmekte bu ünlü söz... Kısasa kısas yönteminin uygulandığı ünlü yasalar..
Hammurabi, Babil hanedanlığının 6. kralı.. Başa geçtikten sonra Sümer ve Akadları da kendisine bağlayıp Babil'in imparatorluk olmasını sağlamış.. Yani aslında Babil imparatorluğunun ilk kralı kendisi.  Ülkeyi M.Ö. 1793-1750 yılları arasında yönetmiş. Ülke M.Ö.1770 yılı civarında mezopotamya topraklarında, Fırat ve Dicle nehirleri arasında, kuzeyde Ninova'ya kadar uzanmış..
Hammurabi kanunları tarihin yazıya geçirilen ilk kanunlarından.. Kral Hammurabi, kendisine bu kanunları yazdıranın güneş tanrısı Şamaş'ın olduğunu söylemiş, bu yüzden de kanunlar kralın sözü değil 'Tanrı'nın Sözü' olarak kabul edilmiş. 2 metre yükseklikte bir taşa çivi yazısıyla Akadça yazılan kanunlar, Babil'in koruyucu Tanrısı Marduk adına yapılan Esagile tapınağına dikilmiş. Kanunlar toplam 282 maddeden oluşmakta ama 30 maddesi (66-99) okunamıyor. 13 sayısı uğursuz sayıldığı için de 13. maddesi yok... Osmanlı Devletinin son dönemlerinde 1901 yılında kanunlar Fransa Louvre müzesine kaldırılmış..
Hukuk devleti anlayışının ilk defa tarihe geçirilmesine vesile olan bu kanunlar, çok sert olmasına karşın toplumun tüm kesimlerinin haklarını teminat altına almasıyla insan hakları açısından çok önemli bir adım olarak görülmekte...
Bu yasalara göre ülke 3 ana sınıfa ayrılmış;
1-avilum (üstün, asil insan)
2- meşkenum (orta sıradan insan)
3- vardum (köle)
Yaralama olaylarında şiddet avilum’a yönelikse suçlu daha sert bir biçimde, meşkenum’a yönelikse normal, vardum’a yönelikse çok hafif olarak cezalandırılırmış. Suçu işleyen avilum ise daha çok ağır tazminat cezalarına çarptırılır, meşkenum ve vardum ise idam, hapis veya ağır dayak cezalarına maruz kalır imiş..
Kral Hammurabi ülkesinin sistemleşmesi için çok uğraşmış. Hakimiyetindeki toprakları merkezi sistem ile yönetmiş. Belediye sistemi ilk onun zamanında kurulmuş ülkesinde. Belediye reisi, merkezi sistem ile kral tarafından atanıyormuş. Şehirler mahalle, sokak, ev numarası olarak ayrılmış; böylece ilk kez kurulan posta teşkilatı ile yazışmalar doğru adrese gidebiliyormuş.. İrandan getirdiği polis teşkilatı da onun döneminde uygulamaya konulmuş.. Kurduğu sistemin günümüze benzerliği sizin de dikkatinizi çekmiştir zannediyorum..
Hammurabi kanunların yanı sıra mimariye de çok önem vermiş. Onun döneminde ülkede çok önemli mimari yapılar inşa edilmiş; ki Babil Kulesi ve Babilin Asma Bahçeleri günümüzde bu durumun bilinen örnekleri...
Hammurabi ayrıca erkeklerin varis olabileceği mutlak monarşinin de mimarı..
Kral Hammurabi ile ilgili bilgiler genel olarak bu şekilde. Hammurabi kanunlarının bazıları ise şöyle;
-Bir hırsız duvar delerek bir eve girmişse, o deliğin önünde ölümle cezalandırılır ve gömülür.
-Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa, kendisi de aynı ateşe atılır.
-Adam kendisine bir çocuk veren karısından ya da kendisine bir çocuk veren kadından ayrılmak isterse, o zaman karısına çeyizini geri verir ve çocuklarına baksın diye tarlanın, bahçenin ve malların bir kısmının kullanım hakkını verir. Çocuklarını büyüttüğü zaman çocuklara verilenlerden bir parça, oğlanınkine eşit olan bir parça da ona verilir. Ondan sonra kalbinin erkeği ile evlenebilir.
-Bir adam bir kadın alır da bu kadın ona bir kadın hizmetçi verirse ve çocuklarına bakarsa; ancak, buna rağmen adam başka bir kadın almak isterse ona izin verilmez; bu adam ikinci bir kadın alamaz.
-Bir adam bir çocuğu evlatlık alır ve oğlu olarak ona ismini verirse ve onu besleyip büyütürse, büyümüş bu çocuk bir daha geri istenemez.
-Bir adam başka bir kişinin özgürlüğünü kısıtlayacak hareket ederse aynı ceza ona verilir.
-Bir kişi hırsızlık yapsa eli kesilir , tecavüz etse ölüm cezası ya da erkeklikten men edilir.
-Babasını döven evladın iki eli kesilir.
-Bir adamın gözünü çıkaranın gözü çıkarılır
-Birisini suçlayan ispata mecburdur.İspat edemezse ölüm cezasına çarptırılır.
-Bir tapınakta veya hükümdar hazinesinde hırsızlık yapan ölümle cezalandırılır.
Selametle..

31 Temmuz 2014 Perşembe

İSRAİLOĞULLARI

Gazze yanıyor.. Bizlerinse yürekleri... yüreklerimiz yanarken bir taraftan da günbegün israilden nefret ediyoruz.. Derler ki; bir kimseyi ne kadar tanırsan, tanıman ölçüsünde sevgin veya nefretin o derece büyük olur... içimizde günden güne büyüyen israil nefretini daha iyi anlayabilmek adına biraz israil araştırması yaptım..


MÖ 2000 civarında sümer-akad döneminde yaşayan Hz. İbrahim'in 2 oğlu vardır biliriz; Hz. İsmail ve Hz. İshak.. Hz. İbrahim iki oğlunu da farklı yerlere yerleştirir Allah'ın emri ile; Hz. İsmail Mekkeye Hz. İshak ise şu anki Filistin topraklarına.. Hepimizin malumu Hz. İsmail'in soyundan Efendimiz (sav) gelir.. Hz. İshak'ın oğlu ise Hz. Yakup... Kuran-ı Kerim'de esasen Yakup kelimesi yerine İsrail kelimesinin geçtiği anlatılıyor kaynaklarda.. Yakupoğulları olarak bilinen kavim aslında İsrailoğulları.. yani israil olarak günümüzde devam etmekte olan kavim, Hz. Yakup'un 12 oğlunun soyundan devam eden insanlar..
Bildiğimiz Hz. Yusuf kıssasının sonunda Hz. Yakup ve oğulları Ken'an diyarından (bildiğimiz Filistin bölgesi)  mısıra göç ederler ve burada yaşamaya başlarlar. Mısır'da İsrailoğulları uzunca bir süre iyi şartlarda yaşarlar ancak zamanla bu durum değişir. Hz. Musa'nın geleceği dönemleri de hatırlarsak İsrailoğulları Mısırda piramit yapımında kullanılan, köleleştirilen, kız alınıp verilmeyen, tecrit edilmiş bir kavme dönüşür. Zamanın Firavunu İsrailoğulları arasından bir peygamber geleceğini bildiği için ya da başka bir rivayete göre İsrailoğullarını daha da köşeye sıkıştırmak amaçlı yeni doğan tüm erkek çocuklarının öldürülmesini emreder.. Ki bu emir sonucunda kaynaklara göre yaklaşık 75 bin erkek çocuğun katledildiği belirtilmektedir... sonuç itibariyle bildiğimiz Hz. Musa kıssası gerçekleşir ve İsrailoğulları mısırdan kaçarlar.. Sonrasında gene bildiğimiz üzre İsrailoğulları Hz. Musa ve Hz. Harun'a yüz çevirirler.. (ki sonrasında bunun için tevbe edip geri dönenlere tevbe etmek manasına gelen 'yahud' denilmiş. 'Yahudi' kelimesi de ilk böyle türemiş.)
İbrahim, İshak, Yakub; Yusuf, Musa, Harun, Yuşa, Davud, Süleyman, Eyyub, Zekerya, Yahya, İsa... ismi geçen peygamberler İsrailoğullarına gönderilmiş peygamberler... İsrailoğulları özellikle Hz. Davud ve onun oğlu Hz. Süleyman döneminde zengin ve refah bir devlet olarak yaşamışlar ancak Hz. Süleyman ölümünden sonra ortaya çıkan "fetret dönemi"; Asur, Babil, Pers ve Roma esaretiyle devam etmiş. Hak yoldan saparak, kendilerine gönderilen Peygamberi öldürecek kadar sapkın bir millet haline gelmişler malesef.İsrailoğulları kendilerine gönderilen nimetlereher zaman yüz çevirmiş bir millet olarak geçiyor. peygamberlerinin kıssalarına baktığımızda bunu açık olarak görüyoruz. En çok dikkati çeken ise refah düzeyin arttığı zamanlarda dine bağlanmaları, yoksulluğun göründüğü zamanlarda ise hemen yüz çevirmeleri.. Herkesin bildiği 'Lanetli kavim' sözü de burdan geliyor. Lakin kendi inançlarında ise bu tam tersi Tevrat'ta övülmüş ayrıcalıklı kavim olarak gösterildiklerine inanıyorlar.
 Kavimlerine gönderilen en son peygamber ise Hz İsa..
Roma dönemine kadar birlikte yaşayan İsrailoğulları, sonrasında Roma içerisinde karışıklık çıkarmak veya o zamanlar gösterilen herhangi gerekçeler ile dönemin Roma imparatorunca yaşadıkları yerden göç etmeye zorlanırlar ve Dünyanın, birbirleri ile iletişim kuramayacakları, çeşitli yerlerine yerleştirilirler. İşte dönemimizde İspanya, Polonya, Almanya, Kuzey Afrika vs yerlerde karşımıza çıkan yahudilerin temelleri de bu göçün sonuçlarıdır...
Bu durum 19. yy a kadar böyle devam ettikten sonra Avrupada ve Rusyada artan milliyetçilik düşünceleri ile yahudilere karşı baskı uygulanmaya başlanır. Bunun sonucunda da kaçınılmaz bir Yahudi devleti fikri doğar. Organize şekilde yürütmeye sokulan bu fikrin başında ise Avusturyalı Theodor Herzl vardır.. Arkalarında ise İngiltere...


Öncelikle devletin kurulacağı topraklara karar verilmelidir.. 'Vadedilmiş topraklar' üzerinde karar kılınır elbette ve doğruca dönemin Osmanlı Padişahı Sultan Abdülhamid'e gidilir. Herzl sultana giderken eli doludur elbette, bir takım vaadlerle gider;

1. Yahudiler, Osmanlılara bir harp üssü inşa edecekler.
2. Osmanlı Devletine büyük mali yardımda bulunacaklar.(ki bunu Osmanlı nın tüm dış borçlarını ödemek olarak sunarlar)
3. Sultanın siyasetini Avrupa´da destekleyecekler.
4. Filistin´de kuracakları büyük üniversitede aynı zamanda Türk öğrencileri de okuyacak. Tahsil için Avrupa´ya gitmeye lüzum kalmayacak.
Sultan Abdülhamit hanın cevabı ise tarihe mal olacak cinstendir; "Eğer Mr. Herzl, senin, benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu Devleti kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne´de şehid düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Türk Devleti bana ait değildir. Türk milletinindir ve ben onun hiçbir parçasını veremem."
Sonrasında elbette yahudiler başka yollara başvururlar. 2. meşrutiyetin ilanından sonra yahudi bakanlarca destekelenerek çıkarılan bir yasaya dayanarak Filistinde mülk satın almaya başlarlar, ki buna Sultan Abdülhamit'in şahsına ait topraklar da dahildir.
1. Dünya Savaşı ise yahudilerin işini iyiden iyiye kolaylaştırır. Orta doğuda kendine müttefik isteyen İngiltere ve Fransa aralarında gizli bir anlaşma yaparak Yahudi devletinin kuruluşuna çabalarlar. İngiltere Filistini işgal eder ve Avrupadan Yahudi göçüne destek verir. 1917 yılında Balfour deklerasyonu olarak tarihe geçen bir bildiri yayınlar İngiltere. Buna göre; Filistin'de bir yahudi devleti kurulacaktır ve yahudi olmayan kişilere de saygılı(!) davranılacaktır.. Lakin Filistin topraklarında yahudi sayısı henüz 6 bin civarındadır ve bu sayı devlet kurmak için henüz yeterli değildir. Bu tarihten itibaren İngiltere yahudi nüfüsunun artması için özel çaba harcar ama 1930 lara geldiğimizde sayı ancak 60 bine ulaşabilmiştir. Avrupada bulunan zengin yahudiler taşra sayılabilecek ortadoğuya göç etmeye pek de sıcak bakmamaktadırlar.
göç için bir itici güç gerekiyordur...
Ve 2. dünya savaşı patlak verir.. Hitler Almanyasının yahudilere karşı uyguladığı soykırım ile akın akın Filistine göç etmeye başlarlar. Bu sırada 1920 lerden itibaren İngiliz mandasındaki Filistin topraklarında Araplar ile yahudiler arasında çatışmalar devam etmektedir. 1939 yılında Arap direnci İngilizler tarafından bastırılır. Gene bu dönemde ingilizler yahudi göçünü yasaklayıp, Filistinin 2'ye ayrılmasından vaz geçerek yönetimi tekrar araplara verme eğilimine geçerler( ki bunun nedenini ben de anlayamadım) ama elbette yahudilerin bu fikirden vazgeçmesi kolay olmayacaktır...
2. Dünya Savaşının sona ermesi ile 1947'de İngiltere arkasına Amerikayı da alarak meseleyi Birleşmiş Milletlere götürür. BM bölgenin Filistin ve yahudiler arasında 2 ye ayrılmasına ve Kudüs'te bağımsız bir bölge kurulmasına karar verir. Bu kararın akabinde yeni kurulan devleti koruma,pekiştirme ve topraklarını genişletme zihniyeti ile yahudi kuvvetleri filistine saldırır  ve Deir Yasir köyünde çoluk çocuk demeden katliam yapar, diğer ifade ile Arap nüfusunu azaltmaya çalışır.
1948 yılında BM nin resmen filistin topraklarından çekilmesinin ertesi günü 'Danışıklı dövüş' ün son sahnesi olarak İsrail Devleti resmen kurulur. Başkanı ise; David Ben Gurion'dur. Aynı gün Amerika ve Rusya tarafından tanınır bu devlet...


Ardından; Mısır, Ürdün,Suriye ve Lübnandan gelen arap ordusu israile girer. savaş israil lehinedir..
İsrail in ilanı ile başlayan Arap-İsrail savaşları; 1948 Arap-İsrail savaşı, Süveyş Krizi, Altı gün savaşı, yom kippur savaşı, lübnan işgali ve 2006da İsrail ile Lübnan arasında patlak veren kriz...
İsrail 1948' kurulduktan hemen sonra Kudüs'ü başkenti olarak ilan etmiş. Bunu Arapların kabul etmesi kolay olmamış elbette.. 1980'e kadar Kudüs için iki taraf arasında savaş devam etmiş ve en son1980de İsrail Kudüs'ün tamamını ele geçirerek İsrail devletinin başkenti olarak kesin şekilde ilan etmiş...
Burada parantez açmak istediğim bir mevzu var. Sultan Abdülhamit dönemine geri dönersek; bu dönemde Rusya çok güçlüdür ve pek hayır deme şansımız yoktur kendilerine.. Rusya bir gün padişaha gelir ve Kudüs'te bir Ortodoks kilisesi açmak istediğini söyler. Sultan Abdülhamit olur vermek zorunda kalır tabi.. Ama bunun akabinde Ermenilere Kudüste bir Gregoryan kilisesi açmaları için haber uçurur.. Aynı şekilde Almanlara Protestan kilisesi ve Fransızlara da bir Katolik kilisesi... Abdülhamit han bu hareketiyle Kudüs'ün Rus tekeline geçmesini engellemeyi amaçlar ve bu durum günümüze nasıl yansır dersiniz? Tüm dünyanın şu anda İsrail'in her yaptığına peki demesi lakin başkenti olarak Kudüsü kabul etmemesi ile... :)
Tarihi genel olarak böyle İsrailin..
Esasında burada dikkat çekmek istediğim konu 2. Dünya savaşındaki soykırım meselesi.. 1930lara gelindiğinde göç etmesi istenen ama bir türlü ikna edilemeyen yahudiler soykırım olması sözüyle bir anda Filistine göç etmeye başlamışlardır. Dünya kamuoyu ise soykırıma uğrayan zavallı yahudilere her zaman acımıştır. İsrail bu soykırımı öyle kullanmıştır ki, dünyaya olan genel tavırları her zaman 'Yahudilere soykırım uygulandı. Bu bir kere oldu ve bir daha asla olmamalı' olmuştur. Lakin o döneme baktığımızda aslında savaş devam ederken soykırım olduğunu gören bilen yoktur, zira soykırım sözü savaş sonunda galip müttefiklerce kurulan Nürnberg Mahkemesinde ortaya atılmıştır. savaş sırasında tüm dünyayı saran lakin kimsenin görmediği soykırım dedikodusu tüm dünyaya ilan edilmiştir.
mahkeme sırasında konuşan tanıkların bahsettikleri yerlerde daha sonra bakıldığında gaz odaları bulunmadığı, tanık olarak getirilen kişilerin anlattıkları ile sonradan ortaya çıkarılar belgelerin uyuşmadığı okuduğum yazılar arasında mevcut. soykırıma kanıt olarak gösterilen Doğu Polonyada bir toplama kampındaki toplu mezarın sonradan, aslında tifüs salgınından dolayı olduğu bulunmuş mesela.. Ya da savaş sırasında ulaşımın sağlanamadığı Doğu Polonyada durum böyle iken batı tarafında daha iyi şartlardaki bir toplama kampında bulunan yahudiler.. mahkeme sırasında tanıklık eden kişilerin aslında söyledikleri yerlerde bulunmamış olmaları..
sonraki yıllarda Almanların uyguladığı söylenen soykırım Dünya kamuoyunda öyle etkiler oluşturmuştur ki İsrail herkesin gözünde haksızlığa uğramış bir avuç insandır..
Bu arada araştırmam sırasında Hitlerin de aslında bir yahudi olduğu ve arkasındaki siyonistlerin isteğiyle bu katliamı yaptığı da gözüme çarpanlar arasında...
soykırım gerçekten uygulandı mı? Hitler gerçekten de bir yahudi miydi? Allah bilir... Lakin bu soykırımın gene en çok soykırıma uğrayan yahudilerin işine yaradığı da bir gerçek..
nasip..
selametle..

16 Ekim 2013 Çarşamba

PRUT...


prut savaşını anlatmak istemiştim.. biraz araştırma yaparken bu yazıya rastladım. daha iyi, daha güzel anlatmak ne haddime.. aynen sizinle paylaşıyorum.
sızıntı dergisi 2010 temmuz sayısından, Mehmet Haleoğlu'nun yazısı..
mutlu okumalar.
selametle.. :)

Prut Savaşı ve Anlaşması

Osmanlı tarihinin çokça tartışılan hâdiselerinden biri de, Prut Seferi ve bu seferin neticeleridir. 2. Viyana Bozgunu'nu takip eden yıllar, Osmanlı Devleti'ni neredeyse bütün Avrupa devletleriyle karşı karşıya getirdi. Cereyan eden savaşlar, tarihte benzerini pek az gördüğümüz bir yenilgi ve maalesef meş'um bir anlaşma ile sona erdi. 1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşması'yla Osmanlı Devleti büyük bir travma yaşadı. Sonraki yıllar nispeten barış içerisinde geçse de, Osmanlı devlet adamlarının ekseriyetinde Karlofça'da kaybedilenlerin telâfisi bir fikr-i sâbit hâline gelmişti. Bu yıllar, Avrupa devletlerinin büyük bir nüfuz mücadelesi içerisinde bulunduğu yıllardır. Özellikle İsveç Kralı 12. Karl (Demirbaş Şarl), Danimarka, Lehistan ve Rusya'yı birçok defa yenerek Kuzey ve Doğu Avrupa'nın en büyük gücü hâline gelmişti. Osmanlı Devleti de Avrupa'da cereyan eden hâdiseleri dikkatle takip ediyor, en büyük düşmanı hâline gelen Rusya'nın tamamen bertaraf edilmesi için uygun zamanın geldiğini düşünüyordu. Ancak konjonktürün bu kadar elverişli olmasına rağmen, Sadrazam Çorlulu Ali Paşa'nın güneyden Rusya'ya savaş açılması konusunda padişahı ikna edememesi, galibiyetleriyle mağrur hâle gelen İsveç kralının gereken hazırlıkları yapmadan Rus ordusunun karşısına dikilmesi Poltava'da büyük bir bozgunu netice verdi. Ve bütün dengeler bir ânda alt-üst oldu. Yenilgiden sonra kaçan İsveç kralı ve Kazak hatmanı Türk topraklarına sığındılar. Rusların onları takip ederek Osmanlı topraklarına girmesi ve bazı yerleri talan etmesi, müteâkiben kaçakları talep etmesiyle Padişah 3. Ahmed'in sulh siyaseti terk edilerek Rusya'ya savaş ilân edildi. Bu sırada Rusya, Osmanlı Devleti'nin Karlofça Anlaşması'nın şartlarını bozduğu konusunda diğer müttefik devletleri ikna etmeye çalışsa da, Osmanlı diplomasisi bu gayretleri boşa çıkararak Rusların yalnız başına kalmasını sağladı.
Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa'ya serdar-ı ekremlik verilerek ordu-yu hümayun Nisan 1711'de İstanbul'dan hareket etti. Temmuz ayında Osmanlı ve Rus orduları, Türk sınırları dâhilinde olan Prut Nehri civarında karşı karşıya geldiler. Çar Petro bütün ordusunu toplayamadan gafil avlanmıştı. 140 bin kişiden meydana gelen Osmanlı ordusunun kurulan köprülerden Prut Nehri'nin karşısına geçmesiyle 60 bin kişilik Rus ordusu bir ânda kuşatılmış oldu. Kırım Hanı Devlet Giray da Rus ordusunu arkadan kuşattı. Çar bu tablo karşısında birliklerini tabyalara sokarak savunma savaşı yapmaya başladı. Beklediği yardımın gelmemesi bir ânda Rus ordusunun imha edilmesi tehlikesini ortaya çıkardı. Düşmanın imha edilmesi için yapılan birkaç taarruzda yeniçerilerin gayretsizliği sebebiyle bir netice alınamadı. Bu durum Baltacı Mehmet Paşa'ya yeniçerilerin muhtemel bir yenilgisi karşısında uğrayacağı felâketi hatırlatmış oldu. Rus heyetinin ısrarlı sulh teklifleri ve sonradan Çariçe olacak Katherina'nın bütün mücevherleri ve değerli eşyalarını Türk tarafına yollayarak bazı devlet adamlarını ikna etmesi kuşatmanın nihai bir taarruzla bitmesine engel oldu. Neticede; Rus ordusu ve çarının imhasıyla nihayetlendirilebilecek bir teşebbüs yeniçerilere güvenilememesi gibi bir sebeple akîm kaldı. Rus ordusu ve Rus çarı başlarına gelebilecek büyük bir felâketi ummadıkları kadar kolay bir şekilde atlatarak kurtuldular. Temmuz 1711'de imzalanan anlaşmayla; daha önce elden çıkan Azak Kalesi geri alındı, Rusların Türk sınırında yaptıkları bütün kalelerin yıkılması kabul ettirildi. İsveç kralının memleketine güvenle gitmesinin yolu açıldı. Ruslar anlaşma maddelerinin yerine getirilmesi konusunda ayak diremişlerse de, her defasında Osmanlı'nın bu konuda yeni bir savaşı göze alabilecek hamleleri karşısında anlaşma şartlarına uymak mecburiyetinde kalmışlardır.
Anlaşma, İstanbul'da önce sevinçle karşılanmış; ancak sonradan sadrazam aleyhindeki bazı dedikodular Baltacı Mehmet Paşa'nın azledilerek Limni Adası'na sürülmesini netice vermiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki; sonraki dönemlerde bir roman üslûbuyla ballandırılarak anlatılan ve birçok insanın farkında olmadan inandığı ve savaşın kaybedilmesinin esas sebebi gibi gösterilen Baltacı Mehmet Paşa, 1. Katherina karşılaşmasına dâir devrin kaynaklarında en küçük bir bilgi ve hatta îma dahi yoktur. Bu yakıştırmalar tamamen son dönemlerde uydurulmuştur.