23 Ağustos 2013 Cuma

NE Kİ BU NOBEL?

nobeli çok duyduk elbet. dünyanın en önemli ödüllerindendir, dünyanın önemli adamlarına verilir, çok da prestijlidir.. lakin bunun dışında pek bir şey bilmezdim. bakalım bir araştırayım neymiş, neyin nesiymiş şu ünlü nobel ödülü dedim..
ismi tahmin edildiği üzre mucidinden geliyor; alfred berhard nobel... kendisi 1833 te stockholm de doğan, 1896da da ölen, isveçli bir kimyacı.. dinamitin mucidi olarak da bilinebilir. kalp krizinde verilir olarak bildiğimiz nitrogliserini patlayıcı olarak kullanmaya çalışmış yıllarca, en sonunda da başarılı olmuş. 1863 te bu deneylerdeki patlamayla bir laboraatuar yıkılmış, bir de arkadaşını kaybetmiş. yılmamış çalışmış ve 1864 te dinamiti bulmaya muvaffak olmuş.
yaşamının geri kalan kısmında da bu tür bilimsel çalışmalarda bulunmuş, ölmeden önce de bir vasiyet yazmış.. tüm servetini insanlığa hizmet edenlerin ödüllendirilmesine bırakmış.. vasiyetin 1896 da açıklanmasının ardından alfred nobelin servetinin yıllık geliri 5 parçaya ayrılmış; fizik, kimya, fizyoloji/tıp, barış ve edebiyat... 1968 den itibaren de ekonomi.
1900 yılında isveç hükümeti nobel vakfını  kurmuş ve her yıl bu ödüllerin düzenli verilmesini sağlamış.
okuduklarıma göre; nobel ödülü, fizik, kimya ve fizyolji/tıp ödülleri bu alanda en önemli icadı yapan kişiye veriliyor. fizik ve kimya ödülünü alacak kişi veya kişiler isveç akademisi, fizyoloji/tıp ödülü ise stockholm karolin enstitüsü tarafından belirleniyor. edebiyat ödülü, bu alanda en soylu ve en içten ideali örnek alarak meydana getirdiği eserin yazarına, stockholm akademisince veriliyor. sonuncu ödül olan barış ödülü ise, halklar arasında kardeşliğin gerçekleştirilmesi, sürekli orduların ortadan kaldırılması veya sayısının azaltılması, barış kongrelerinin yapılması ve yaygınlaştırılması için en çok çalışan kişilere verilmekte.. bu ödülü belirleyen ise norveç storting(parlemento)i tarafından belirlenen 5 kişilik bir komisyon...
ödüller arasına en son katılan ise 1968 yılında isveç bankasının isteği üzre alfred nobel anısına iktisat ödülü.. nobel ödülleri 1901 yılından günümüze 2. dünya savaşındaki 2 yıl hariç kesintisiz olarak verilmekte.  ancak tabi ödüle layık görülen bazı sahiplerin ödülü reddetmesi ya da alamaması dışında.. bazı yıllarda ise bazı ödüller için kimse seçilmemiş..
almanya adolf hitler hükümeti, richard khun, adolf butenandt ve gerhard domagk isimli bilim adamlarının ödüllerini almalarına izin vermemiş, lakin bu bilim adamları 2. dünya savaşı sonrasında ödüllerini alabilmişler. boris pasternak, jean-paul sartre, le duc tho ise ödülü reddetmişler ve hiç almamışlar..
ödülü alan kişilerin listesine baktığınızda çok ilginç ya da ünlü diyebileceğimiz isimler de var. açıkçası benim ilgimi çeken isimlerin başında barack obama geldi nobel barış ödülleri listesinde.. onun dışında avrupa birliği, unicef, birleşmiş milletler, rahibe teresa, dalay lama, kofi annan barış nobeli alanlar listesinde dikkatimi çekenlerden bazıları... barış ödülünü incelerken bir isme daha rastladım. şimdiki zamanlarda gündemde olan mısır askeri darbesinde cumhurbaşkanlığı yardımcılığına atanan muhammed el baradey de listedeki isimlerden.. hemen hatırlatmakta yarar var, baradey geçtiğimiz günlerde görevinden istifa etmişti.. barış ödülü bazı yıllar verilmemiş.. verilmeyen yıllar 1. dünya savaşı, 2. dünya savaşı, vietnam savaşı yılları ile paralellik göstermekte.. herhalde ödül verecek insan bulamadılar demek istiyor insan tabi..
kendi alanım olmasından ötürü tıp alanındaki nobelleri epeyce inceledim.. isimler bana bile pek yakın olmasa da konuları incelediğnizde hemen gerçekten de layıkmış diyor insan. tıp derslerinde en temel olarak gördüğümüz olmazsa olmaz, bundan önce nasılmış ki dediğimiz hemen her şey ödül almış denebilir.. bu ödülleri inceleyince tıp sanılandan çok da yeniymiş dedim kendimce...
özellikle ekonomi alanında hiç bir alakam olmadığından hemen hiç bir ödül sahibi tanıdık gelmedi, biri hariç; john forbes nash.. akıl oyunları filmine konu olan, şizofreniyi zekasıyla yenen dahi matematikçiyi ben de tanıyorum elbette. psikiyatri dersleri görürken bol bol araştırmışlığımız var kendisini..
fizik kimya ödülleri alanların içinde ise tanıdık isimleri kaçırmak mümkün değil.. elbette einstein, röntgen vs popüler bilim adamları kaçırmamışlar bu prestijli ödülü..
edebiyat ise sonuna kadar kaçtığım alan, bir türlü sevemediğim bu yüzden de uzak durmayı tercih ettiğim kısım..  orhan pamuğun 2006da bu ödülü aldığı dışında pek bilgim olmadığını söylemeliyim. okuyup ilgimi çeken tek kısım ise tolstoy un ödüle aday olup, alamadığı..
bu ödülü en çok alan kurum olarak, kızıl haç örgütü 3 kez barış ödülüyle tarihe geçmiş.. nobel ödüllerinde tarihe geçen bir diğer isim ise marie curie.. marie curie hem ödülü alan ilk kadın hem de fizik ve kimya olmak üzre iki alanda birden ödül alan tek kişi.. kendisi aynı zamanda radyoloji biliminin kurucusuymuş.. bunu okuyunca insanın ancak maşallah diyesi geliyor..
nobel ödüllerinin özeti bu şekilde.. nobel ödüllerinin adaylıkları ve dağıtılması her zaman tartışmalı olmuş.. adil mi bilmem ama özellikle bilim alanındakilerin fazlasıyla teşvik edici olduğu bir gerçek..
bu konuyu araştırırken okuduğum bir yazıdaki bilgiyi de sizlerle paylaşmak isterim. toplumlarda nobel ödülü kazanma oranı ile çikolata yeme oranları paralellik gösteriyormuş. yani çikolata yiyen toplumlar daha zeki oluyormuş böylece de nobel kazanıyorlarmış. çok çikolata yiyen birisi olarak belki ben de alırım o ödülü ne dersiniz ;)
nasip...

selametle...

12 Ağustos 2013 Pazartesi

OSMANLIYA ÇEYİZİYLE GİDEN TÜRK HATUN: DEVLET ŞAH HATUN

nerde bir tarih dersi varsa muhakkak bahsi geçer devlet şah hatunun, lakin ismi hiç bilinmez. osmanlı kütahya, tavşanlı,  emet ve simavı yıldırım beyazıt ve germiyanoğulları beyinin kızının evlenmesiyle topraklarına, çeyiz yoluyla katmıştır. evet bu cümleyi az buçuk bir yerlerde tarih dersi görmüş her Türk genci bilir. peki kimdir bu çeyizi toprak olan germiyanoğlu prenses?
pek az bilinse de bu hatunun adı devlet şahdır. çok eskiden bir yerlerde okuduğumu hatırladığım kadarıyla da diğer bir ismi ayşe devlet şah hatundur.. yıldırım beyazıt ın 3 eşinden biridir. (diğer eşleri ise sırp kralının kızı olivera despina hatun ile aydınoğulları beyinin kızı hafsa hatundur. başka eşlerinin olduğunu yazan yerler var lakin ben 3 olduğunu daha gerçekçi buldum.)
ekseriyetin de bildiği gibi osmanlı hanedanının soyu osman gazinin, Peygamber Efendimiz(sav) soyundan gelen şeyh edebalinin kızıyla evlenmesi münasebeti ile Peygamber Efendimiz(sav) e dayanmaktadır. yani kutlu bir soydur. devlet şah hatun da, hz. mevlana nın oğlu sultan veled in kızı mutahhare hatun ile germiyan beyi süleyman şah ın kızıdır. yani o da hz. mevlana nın soyundan gelmekte, kutlu bir soya mensup olmaktadır..
tam olarak bilmesem de okuduğum şeylerden anladığım kadarıyla germiyanoğlu beyinin aile efradına şah ismi ekleniyormuş o zamanlar, zira nerde bahsedilse o aileden olanlardan şah olarak bahsedilmekte.. devlet şah hatunun ismindeki şah da burdan gelmekte sanırım.
bu konuyu okurken bazı yerlerde yıldırım beyazıtın germiyanoğullarından aldığı bir de 'devlet hatun'dan bahsediliyor ve yıldırım beyazıttan sonra tahta geçen sultan mehmet çelebinin de onun oğlu olduğu yazıyor. devlet şah hatunun ise yalnız musa çelebi ve mustafa çelebi olarak 2 oğlu olduğu yazıyor.(çok daha başka isimler yazan yerler de var) yani bazı yerlerde böyle ama bazı yerlerde, ki buralar daha kuvvetli yerler, mehmet çelebinin annesinin devlet şah hatun olduğu yazmakta..
şöyle ki; çelebi lakabı o zamanlar hz. mevlana nın torunlarına verilen bir lakapmış ve germiyanoğullarında da ,bahsedilen, hz. mevlana nın tek bir torunu var; o da devlet şah hatun.. ki aynı annenin iki kızına da 'devlet' ismini verip, iki kızını da aynı anda aynı damatla evlendirmesi bana pek akla yatkın gelmedi.. yani kuvvetle muhtemel ki mehmet çelebinin annesi devlet şah hatundur...
gel gelelim yıldırım beyazıtla evlenmelerine.. o zamanlar konyada hüküm süren karamanoğulları beyliği kendisini anadolu selçuklularının mirasçısı olarak görmekte ve tüm anadolu beyliklerine kafa tutmaktadır. hatta bunun için savaş açmakta ve başarılı da olmaktadır.. germiyanoğulları beyi süleyman şah ise bu gergin dönemde karamanoğullarına yem olmak istememekte, çareyi ise günden güne güçlenen osmanoğullarında görmektedir. ve osmanlının 3. padişahı murat hüdavendigarın oğlu beyazıt ile kızını evlendirmeyi uygun görür. bu teklifi osmanlıya sunar ve elbet kabul görür...
hz. mevlananın soyundan gelen devlet şah hatun özenle yetiştirilmiş, eğitilmiş, bilgi yönünden fazlasıyla zengin, veliaht doğurabilecek soylulukta, bir devlet yöneticisine layık bir gelin adayıdır..
devlet şah hatun 14, yıldırım beyazıt ise 18 yaşlarındayken bursada muhteşem bir düğünle evlenmişler.. evliliklerinden sonra da yıldırım beyazıt 11 yıl kütahyada sancak beyliği yapmış ve toplamda 25 yıl evli kalmışlar..
1402 ankara savaşında yıldırım beyazıt esir düştükten sonra 1414 te bursada vefat ettiği yazıyor devlet şah hatunun.. öldüğünde oğlu mehmet çelebi henüz tahta geçmediği için hiç valide sultan ünvanı almamış.
seneler evvel bir yerlerde okuduğum kadarıyla devlet şah hatun bir osmanlı sultanıyla evlenen son Tük kızıymış.. zira ankara savaşında osmanlı yenilince timur, yıldırım beyazıtın eşi olan bu hatunu askerlerin önünde, kötü bir vaziyette içki ikram ettirmiş.. bir Türk kızının böyle bir duruma düşmesi Türk kızının onuruna yakışmaz, bir daha hiç bir Türk kızı bu duruma düşmemelidir, Türk kızının şerefi korunmalıdır denilerek osmanlı padişahlarının Türk kızlarıyla evlenmeleri yasaklanmış.. hatta devlet şah hatun için hürrem sultana değin bir osmanlı padişahıyla resmi nikahlı olarak evlenen son kadındır da denir... hani osmanlı padişah eşlerinin hep yabancı olması eleştirilir ya, bu durum yabancı sultanları eşleri açıklıyordur belki de, kim bilir..
nasip...

selametle...

11 Ağustos 2013 Pazar

YAVUZ SULTAN VE HİZMETÇİ KIZ

tarih aşığıydım demiştim, bu aşka vesile de yine bir tarihi aşk hikayesiydi.. henüz ortaokul öğrencisiyken yavuz sultan selim'in hayatını anlatan, yazarını hatırlamadığım 'yavuzun pençesi' adlı bir kitapta okumuştum bu hikayeyi. sonradan araştırdığım kadarıyla gerçekliği kesin değil, hatta farklı farklı yerlerde bambaşka şekillerde anlatılıyor.. hiç unutmam tekrar tekrar okuyup ağlamıştım o yaşta, sonra da yavuzun hayatını farklı kitaplardan çok defa okumuştum.. ama belirtmeliyim ki bu yaşa kadar kaç kere okuduysam hayatını o ilkokul kitabında aldığım hazzı alamadım hiç.. ama şu da var ki yavuzun hayatını okurken aldığım hazzı da hiç bir tarih romanında almadım..
hikayeyi bundan yaklaşık 10 yıl evvel okuduğum şekilde anlatacağım, ki farklı yerlerde farklı anlatılıyor tekrar söyleyeyim.. okuyunca çok bilindik olduğunu da farkedeceksiniz ama işte benim için özel bir yeri vardır..
şam fatihi yavuz sultan sultan selim han mısır seferine çıkmıştır. asrın gördüğü en görkemli ordulardan biridir osmanlı ordusu, zira osmanlı altın devrindedir.. dönemin 'büyüğüm' diyen devletleri, karşısında tir tir titremektedir. bu müthiş imparatorluğun müthiş ordusu ise mısıra doğru yola çıkmıştır. kış çetin, yol zorludur. şamda duraklama kararı verilmiştir. 1 ay kadar burada dinlenilecek, ordu yolun geri kalanı için hazırlanacak, enerji toplayacaktır. bu sırada da padişah yavuz sultan selim bir konakta ikamet edecektir.
yavuzun hizmetine 16 yaşında dilruba isimli bir hizmetçi kız verilir..
 dilruba her sabah sultan odadan çıktıktan sonra odaya gidip temizliğini yapar, düzenler, odanın ihtiyaçlarını giderir ve akşamları da padişah gelmeden odadan çıkarmış..
lakin bu dilruba kız bir kaç kez padişah ile rast gelmiş. sonrasında da kızcağız padişahı merak eder olmuş, gizli gizli gidip odanın kapısından içeri dinlemekten kendini alamamış. padişahı kendi kendine şiir okurken bulunca bunun ardı arkasını kesememiş, bidaha bidaha derken padişahı dinlemeye müptela olmuş kızcağız..
kitapta yazdığını hatırladığım kadarıyla bu kızcağız böyle kapıdan dinlerken bir gün padişah onu kapıda yakalamış. yavuz için acımasızdır, astığı astık kestiği kestiktir, celallidir derler.. lakin bu celalli sultan güçsüze, masuma karşı da bir o kadar merhametli imiş.. o günden sonra dilruba, padişahı kapıdan dinlemek zorunda kalmamış; dizinin dibinde dinlemiş o muhteşem dizeleri.. padişah söylemiş o dinlemiş..
ve gün geçmiş, bu yüreği masum, temiz kız, cihan padişahı koca yavuz sultan selim han a aşık olmuş..
bu aşk öyle bir hal almış ki küçük yüreği dayanamaz olmuş. ama neylesin ki karşısındaki insan koskoca padişah.. çaresiz bir gün odayı temizledikten sonra küçük bir kağıt parçasına bir not yazıp bırakmış bir kenara; AŞIK OLAN NEYLESİN..
sultan gelmiş görmüş elbet notu.. ve cevap vermiş aynı kağıda, dilrubanın notunun altına; DERDİ NEYSE SÖYLESİN..
sabah olunca sultan konağın selamlık bölümüne geçince dilruba kız heyecanla nota bakınmış odaya gelir gelmez, belki küçük bir umutla.. bulmuş, okumuş cevabı.. umutlanmış tabi biraz. lakin hep duyuyor ya sultanın celaletini, korkmuş da elbet.. notun altına küçük bir not daha; YA KORKARSA NEYLESİN..
akşam çıkmış odadan sultan gelmeden, ertesi sabah gene büyük bir heyecanla sultan selamlığa geçer geçmez odaya gidip cevaba bakmış; HİÇ KORKMASIN, SÖYLESİN..
dünyalar dilrubanın olmuş tabi o an.. belki demiş umutlanmış. olamayacak bir hayal bile olsa en azından meramımı dile getirebilirim..
dilruba kız napsam ne etsem diye düşünürken ertesi gün mutfakta çalışırken bir hediye gelmiş sultandan; bir çift fındık büyüklüğünde küpe... küpenin anlamı belliymiş o zamanlar; eğer padişah bir cariyeye hediye olarak küpe gönderirse o cariyeyi o gece odasına bekliyor demekmiş..
dilruba kız napsın, en büyük arzusu isteğidir bu, dünyalar onun olur elbet.. kabına sığamaz koşar zıplar, gönlü pır pırdır.. ve akşam olur. dilruba padişahın odasına gider kapıyı açar ve içeri girer. aşık olduğu, uğruna eridiği sultanı karşısında sedirde oturmuş kendi kendine gazel okuyordur.. dilrubanın küçük kalbi küçük bir kuş yavrusu misali çırpınıyordur küçük kafesinde. padişah başını kaldırır ve dilrubayı farkeder, ona bakar.. 'gel bakalım dilruba kız' der..
dilrubanın kalbi, küçük kuş daha da çırpınmaya başlar.. çırpınır çırpınır ve durur.. küçük kuş bu büyük aşkı kaldıramamıştır...
dilruba oracıkta, büyük aşkının karşısında yığılıverir..
derler ki Yavuz’un bu tablo karşısında yüreği yanmış  ve şöyle demiş: ‘Hakîkî âşık odur ki, sevdiği uğruna kalbi dursun! ” ve onun için bir türbe yaptırmış..
okuduğum hikaye böyleydi lakin elbette bunun bir roman için yazılmış olduğu bellidir.. hikayeyi araştırdığım ve okuduğum kadarıyla eğer gerçekse, ki bu da tartışmalıdır, bundan çok daha farklıdır.. en başta yavuz sultan selim in hizmetçi dahi olsa nikahlı olmadığı bir hanımla odada başbaşa dizdize şiir okuması ihtimali yoktur.. doğru olduğuna inandığım kadarıyla bu hikayede hizmetçi kız tevafuken sultanı bir kaç kez görüp aşık olmuştur..
 yazdığı not ise bazı yerlerde' aşık olan neylesin' olarak değil 'derdi olan neylesin' olarak yazmaktadır.. yani yavuzun  nota cevap verirken bile aslında meselenin aşk değil de başka bir dert olduğunu düşünmesi muhtemeldir..
 başka bir nokta ise yavuz asla cariye kızımızı küpe hediye edip gece odasına çağırmamıştır.. harem olaylarını burda anlatacak değiliz elbet ama hiçbir haremde işler böyle yürümez zannederim..
gerçek olduğunu düşündüğüm hikayede anlatılan, yavuz son notu yazdıktan sonra cariye kız, akşam yavuzu kapıda beklemiştir.. cariyeyi gören yavuz ciddi bir sesle 'söyle' demiş, çok korkan cariye ise sadece ' efendim...' diyebilmiş, bunun üzerine yavuz tekrar ve daha gür bir ses tonuyla 'söyle' demiştir. cariye ise böylelikle dayanamayıp oracığa yığılıvermiştir...
gerçeği hangisi, hatta gerçekte böyle bir hikaye var mı bilmem ama bu muazzam bir aşktır..insan sonu keşke böyle olmasaydı yavuz onu haremine alsaydı ve mutlu mesut yaşasalardı. biz de bir adet de 'dilruba sultan'a sahip olsaydık diyor..
 nasip..
Allahü Teala bu cariye kızcağızı yavuz sultan selim hanın cennet eşlerinden eyler inşallah :)

selametle..

TIBBIN BABASI İBN-İ SİNA

ibn-i sina adını beşikten itibaren duymaya başlarız. islam dünyasının gururla bildiği övündüğü bir hekimdir., hakkıdır da.. lakin sadece bu kadardır onun hakkında bildiğimiz genel olarak. tıp alanında çalışmıştır, büyük işlere muvaffak olmuştur ve adı bu zamanlara kadar gelmiştir. biraz daha zorlarsak batıda tıp alanında yüzyıllarca kitapları okutulmuş diye de biliyoruzdur.. peki bu kadar övündüğümüz bu zatı aslında ne kadar tanıyoruz?
tıp fakültesine başladığım ilk vakitlerde hocalarımızdan biri ibn-i sinanın sadece radial nabza (bilekten ölçülen nabız) bakarak 40 hastalığı ayırt edebildiğini söylemişti.. sadece bunu duymak bile kendisine hayran kalmama yetmişti, ki herkese de yeter herhalde.. sonraki sene ilmine güvendiğim bir büyüğümse onunla alakalı çok üzüldüğüm bir şey söylemiş.. ibn-i sina biliriz ki müslümandır ve tıp ilmine çağının en hakim insanlarındandır (insanıdır diyemedim, zira çağın alimlerini bilemiyorum). Allah'a tam olarak iman eden ibn-i sina malesesef insanın ahiret gününde etiyle kemiğiyle dirileceğine iman etmemiş, yalnızca ruhen dirilecektir demiş.. bu yüzden de imanı tam değilmiş.. öğrendiğim bu bilginin gerçeğini Allah bilir elbette.. yani ilmiyle imtihan olmuş bir zat kendisi.. Allah gerçek imanı vermiştir inşallah demek düşer bize..
ibn-i sinanın dini boyutu Allah ile arasında elbette, lakin şunu belirtmek lazımdır ki, eğer kendisi tam iman etmemiş bile olsa, Allahü Teala tıp ilmini ona nasip etmiştir ve günümüzdeki tıbbın temellerine onu vesile kılmıştır..
bunun yanında şunu da anlatmakta fayda görmekteyim ki okuduğum bir bilgiye göre, çok zeki olan ibn-i sina 10 yaşındayken Kur'an-ı Kerimi ezberleyip hafız olmuş..dini ilimlerdede tıp ilminde ilerlediği kadar hatta belki daha fazla ilerlemiş, ki bu yüzden hekimliğinin yanında çağının en büyük filozoflarındandır da. bu alanda yani felsefe alanında da 'şifa' isimli 18 ciltlik bir kitabı vardır.
gelelim yaşamına.. buhara yakınlarındaki afşan şehrinde 980 yılında doğmuştur. babası buraya belh şehrinden göçmüştür ki buradan da daha sonra buhara şehrine göçmüşlerdir..annesinin ismi 'yıldız' babasınınki ise 'abdullah'...
buharaya göç ettikten sonra babası abdullah samanoğulları devletinde (maveraünnehir bölgesinde abbasi döneminde bir devlet kendisi.. yıkıldıktan sonra toprakları karahanlı ve gazneli devletlerine geçmiş. samani devleti Türklerin islamı tanımasında köprü olmuş ve önemli roller üstlenmiş o devirde. ilk müslüman Türk devleti karahanlılar üzerinde etkili olmuş özellikle) katiplik ve üst düzey devlet işlerinde bulunmuş. babası üst düzey devlet memuru olduğu için evlerine de devletin üst düzey alimleri devlet adamları girip çıkıyormuş.. onlardan küçük yaşlarda ders almaya başlamış, kısa zamanda yüksek zekası ile parlamış, daha 14 yaşındayken hocalarından daha bilgili hale gelmiş ve o yaşlardan itibaren de aktif hekimlik yapmaya başlamış.
16 yaşındayken, tıp alanında ilerlerken, mikroskop daha keşfedilmemişken gözle görülmeye canlıların yani mikropların hastalıklara sebep olabileceğini keşfetmiş ve bunun ışığında hastalıkları bulaşıcı ve bulaşıcı olmayanlar olarak ayırmış.
997 yılında sasani emiri mansur un oğlu buhara prensi nuh bin mansur'un hastalığını tedavi edip özel doktoru olmuş.bunun karşılığında para yerine zengin samani kütüphanesinden istediği gibi yararlanma hakkı verilmiş..
saray kütüphanesinin yanması, düşmanları tarafından iftiralara uğraması, emirin ölmesi, samanilerin gaznelilere yenilerek yıkılması , babasının vefat etmesi gibi olayların peşpeşe gelmesi sebebiyle uzun yıllar göç etmek durumunda kalmış. maddi durumunun kötüleşmesinden dolayı zaman zaman destek olacak bir devlet aramış, harezm bölgesine yerleşmiş. (ceyhun nehrinin bulunduğu şimdilerde iran, özbekistan, türkmenistan, tacikistan sınırlarının bulunduğu bölge.aynı zamanda burada bir de harezm şehri var, burası da şu an özbekistan sınırları içinde bulunuyor. burada yaşayanlara harzemşah denilirmiş hep öteden beri ki daha sonra bu bölgede harzemşahlar devleti kurulmuş. ayrıca ek bilgi burası dünyanın en eski sulama sistemlerine sahip yerleşim alanlarındanmış:))
burada tabiplik yaparken üstün hizmetlerinden dolayı vezirlik verilmiş.çeşitli ilim dallarında çalışmalar yapmaya devam ederken gazneli mahmut dönemin alimlerini huzuruna çağırmış ve kendisi gitmemekte ısrar edince durum tehlikeli bir hal almış. bu yüzden de kendisiyle birlikte davete gitmeyen arkadaşıyla saraydan kaçmışlar. yolda yanındaki arkadaşı vefat etmiş.
sonunda cürcan(hazar denizinin hemen yanında bir şehir) şehrine gelip burada çalışmalarına devam etmiş. burada hayatının geri kalanında yanında olan bir talebe edinmiş; Ebu Ubeyd el-Cüzcani.. bu talebesine bildiklerini sistemli olarak öğretmeye başlamış..  daha sonra burdan da ayrılarak hamedana gitmiş.. burada da vezirlik gibi önemli görevler yaparken ilimle uğraşmaya devam etmiş.. emir öldükten sonra ise isfahana yerleşmiş.. buradaki emirle yakınlığından sonra seferlere katılmaya başlamış, katıldığı bir sefer sonrası yakalandığı kolik hastalığından 1037 yılında 57 yaşındayken vefat etmiş..
hayatı  okuduklarıma göre böyle ibn-i sina'nın.. peki sonrası..
ibn-i sina yaşamı boyunca 150 eser yazmış. bunlar elbet sadece tıp alanında değil. matematikten astronomiye, kimyadan fiziğe, hatta musikiye kadar el atmadığı alan kalmamış nerdeyse.
asıl şanını tıp alanında kazanan ibn-i sinanın bu alandaki temel eseri ise kısaca 'kanun' olarak bilinen 'el-kanun fi't-tıb'.bu eser 12. yüzyılda latinceye çevrilince avrupada büyük bir şok etkisi oluşturmuş. tıpla ilgi önceden bilinenleri, büyük alim denen insanları silmiş süpürmüş. 700 yıl kadar da fransa başta olmak üzere avrupada baş tıp kitabı olarak okutulmuş.halen de paris tıp fakültesinde baş kitaplar arasında geçiyormuş.. işte 'avrupada ibn-i sinayı okuyorlar biz değerini bilmiyoruz' sözünün de temeli bu anlaşılan. paris tıp fakültesinin konferans salonunda asılı 2 tıp büyüğü portresinden biri de ibn-i sinaymış hatta..
böyle.. yakınlarda okuduğum bir habere göre ibn-i sina nın 'kanun' kitabı başkent üniversitesinin girişimleriyle Türkçeye çevrilecekmiş.. latinceden.. yıl 2013..  ilk olarak arapça yazılmış bir kitap.. çok yorum yapılası bir mevzu ama sadece içten, 1000 yıl beklemeyeydik iyiydi diyesim geliyor..
nasip..
çeşitli yerlerden okuduklarımı paylaştım yanlış bilgi olmamasını umuyorum lakin bir tarih alimi olmadığımı belirtmek isterim:)

selametle..

10 Ağustos 2013 Cumartesi

TARİH İÇİMDE ESKİ BİR YARA

eski bir aşk hikayesi bizim tarih ile aramızda olan.. o sadık bir sevgili iken ilk ihanetin benim tarafımdan gelmesine rağmen asla unutamamak belki de burada olmak.. burada olmamın, bu blogu açmamın sebebi de senelerce geri dönmeye cesaret edememekten belki de.. tarih ile blog açtıysak madem önce tarih ile olan tarihmizden bahsetmek gerek..
yıllar yıllar evvel ben daha çocuk iken çok severdim tarih derslerini, daha doğrusu sosyal bilgiler adı altında okutulan tarih derslerini.. derslere ilgiyle katılır severek çalışır, mecbur olmamamıza rağmen sonraki derslere önceden hazırlanarak giderdim.. herkes de bilirdi bu tarih sevdamı.. öyle öğretmenimi çok sevdiğim filan da yoktu tabi, tamamen bağımsız bir aşktı.. lakin tarih dışında bir sevgili daha vardı ki o her zaman işe yarayan tüm denemelerde okulda derece yapmamı sağlayan bir dosttu; matematik.. üstelik matematik hocamı da çok severdim.. ona olan sevgimdendi hatta belki onca çalışmam, zevk almam derslerden..orta okul hayatım bu iki sevgili arasında mutlu mesut geçtikten sonra beni el birliğiyle iyi bir liseye taşıdılar.. lise 1 deyken hiç unutmam, tarih en büyük sevdamdı... matematikse egomu tatmin eden ve her zaman başarılı olma yolunu açan bir ortak..
lise 1 in sonunda alan seçimine geldiğimiz günlerde o kadar istemiştim ki sözele gidip oradan tarih bölümü oradan akademisyenliğe gidebilmeyi.. yani aşkıma sahip çıkabilmeyi.. lakin olmadı elbet.. hayat ve acı gerçekler derim her zaman.. tarih önü kapalı, iş imkanı olmayan bir çıkmaz sokaktı.. olamazdı yapamazdım.. hele ki matematik gibi sadık bir dost beni sayısala çekiştirirken.. heyhat ki heyhat, sayısala gittik elbet.. sadık dost matematik beni hiç bırakmadı saolsun..hiç kötülüğünü görmedim, ama işte öbür tarafta bir sevgili vardı ki.. herkesin bir yük olarak gördüğü tarih derslerine dinlenme saati olarak girdiğim, o zor öss günlerinde kafa dinlemek için tarih soruları çözdüğüm günleri asla unutmam.. o bir aşktı.. onunla mutluydum..
ama ona ihanet etmiştim bir kere, bırakmıştım onu ve benden intikamını almalıydı.. aldı da.. öss zamanlarında en çok tarih netlerime güvenirdim, full olucak derdim.. ta ki sınava girip, yetiştiremeyip, tarih sorularını okumadan boş bırakmak zorunda kalana kadar.. haketmiştim belki bu cezayı, ne de olsa ihanet eden bir sevgiliden alınası bir intikamdı bu..
bir sadık dostum vardı demiştim, matematik.. hiç yalnız bırakmadı, desteğini esirgemedi.. össde bile.. istediğim bölümü kazanmıştım.. tıp fakültesindeydim artık.. matematik bana yardım etmişti etmesine lakin artık onunla da yolun sonuna gelmiştik.. tıp, ne matematikle ne de tarihle alakalı bir bölümdü.. tüm eğitim hayatım boyunca uzak durduğum ezberci eğitimin tam da ortasına düşmüştüm..
tarihe olan küskünlüğüm matematiğe dair özlemimle birlikte seneler geçtikten sonra sınıfta kalmanın verdiği elemle eski sevgiliye özür için buradayımdır belki.. bilmiyorum.. bildiğim şey, sevmek için çok uğraştığım, sevemediğim, asla sevemeyeceğimi anladığım ezberci eğitimden biraz olsun nefes almak.. eski sevgiliyle belki bir kaçamak..
evet böyle bizim hikayemiz.. kim bilir belki beni bir gün gerçekten affeder ve tekrar sevgili oluruz.. ;)
yanlış anlaşılmak istemem, öyle çok aman aman bir tarih bilgim yok.. kütüphaneler dolusu kitap okumuşluğum yok.. yıllardır tarih dersi görmüşlüğüm bile yok.. yalnızca hala aşkım var.. tarih ile ilgili uzaktan bile konuşulsa kulak kabartmışlığım var.. yılların özlemi var..

nasıl olacak ben de bilmiyorum.. yalnızca güzel bir blog olmasını umudediyorum.. :)