21 Mart 2015 Cumartesi

ÇERKEZ ETHEM

Tarih sayfalarını araladığımızda bir çok bilinmezle karşılaşırız. Bir yerden sonra peşine düşmekten bile vazgeçeriz bir çok şeyin.Bilinmezlik perdesinin arkasındaki konulardan biri de bazı kişilerin vatan sever mi yoksa hain mi olduğu konusudur. İşte bu konulara bir göz gezdirdiğimizde en çok yakın tarihimiz çıkar karşımıza. Ne de olsa zorlu bir sınav yaşamış milletizdir ve keskin sınırlar çizmek zorunda kalarak atlattığımız bir mazimiz vardır...
İşte yakın tarihimize baktığımızda vatan severlik konusunda kafa karıştıran kişilerden birisi de adını çokça duyduğumuz Çerkez Ethem'dir.

Trablusgarb, Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı derken bitmiş, tükenmiş, dermanı kalmamış bir milletin, 'Artık buraya kadar' dediği bir dönemdeyizdir. Şimdilerde kahraman addettiğmiz Halide Edip'lerin daha Amerikan mandası tek kurtuluş dedikleri bir dönemdir yazımızın kahramanının yaşadığı dönem.. 'Geldikleri gibi giderler' yahut 'Ya istiklal ya ölüm' sözlerinin henüz gönüllerde yeşermediği günlerdir belki de... Bunca umutsuzluk içinde düşmana teslim olmayanların isminin Kuva-yi Milliye olduğu zamanlardır... Henüz Mustafa Kemal ismi anadolu insanında umut olmadan 'Çerkez Ethem varmış' denildiği zamanlardır o zamanlar...
Çerkez Ethem, 1885 yılında Bandırma'da doğmuştur. Bandırma'nın bir köyü olan Emreköy'e yerleşmiş Şapsığ Çerkes boyundan, Ali Bey'in beş oğlunun en küçüğüdür.. Ağabeyleri Tevfik ve Reşit beyler Harbiye bitiren subaylardır.Çeşitli savaşlarda Osmanlı ordusunda görev almışlardır.
Çerkez Ethem hatıratında 2 ağabeyinin subayken kendisinin olmamasını babasının iki evladını orduya vermişken küçük oğluna kıyamaması olarak açıklamaktadır.. Lakin, Çerkez Ethem, evden kaçarak Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girmiştir...
15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgali üzerine, vatan savunmasına başlamak için vurucu güç olarak Kuva-yi Seyyare'yi kuran Çerkez Ethem,"Umum Kuva-yi Milliye Komutanı" ve Ankara'daki 20. Kolordu Komutanı olan Ali Fuat Paşa ile istişare ederek İngiliz ve Yunan birliklerinin ilerlemesine karşı gerilla operasyonları düzenlemiştir. Düzenli ordu kurulana dek TBMM'ye karşı girişilen ayaklanmaları bastırmıştır...
Buraya kadar her şey çok güzel...
Düzenli ordu kurulmadan önce gerilla saldırıları yapmak düşmana ağır yaralar verse de bitirici bir darbe vuramamaktadır. Olağanüstü hallerin yaşandığı o günlerde anadoluda hukuksal meselelerin halledilmesi amacıyla kurulan İstiklal Mahkemeleri Çerkez Ethem'in işleyiş tarzına pek uygun düşmemektedir. Bu bağlamda Çerkez Ethem ve kardeşleri kaçak erat ve casusların, birliklerin önünde asılarak idam edilmesi şeklindeki uygulamaya devam edeceklerini bildirmişler, mahkemeyi tanımamışlardır.
Bunun dışında Yozgat Ayaklanmasının Kuva-yi seyyare ve TBMM kuvvetlerince bastırılması sonrası Asker toplama yetkisi TBMM kuvvetlerinde iken bu yetkiyi tanımayarak kendisinin asker toplamaya başlaması malesef iplerin gerildiği dönem olmuş meclis ve Çerkez Ethem arasında...
Çerkes Ethem düzenli orduların dünya genelinde artık işe yaramadığını,ülkeyi ancak milli kuvvetlerin kurtarabileceğini düüşünmektedir.

 Düzenli ordunun kurulmaya çalışıldığı dönemde Batı cephesinin yönetimini ele almak istemesi ve düzenli ordunun bir parçası olmayı reddetmesi benim anladığım kadarıyla iki taraf arasında kopuşun son noktası olmuş.
Mesele 1920 nin son aylarında ayaklanma şeklini almış. Çerkez Ethem Kuva-yi Milliye nin diğer komutanlarına telgraflar çekerek onların da yanında olmasını istemiş bu süreçte..
Düzenli ordu İsmet Bey ve Refet Bey'in komutasında 1921 yılı ocak ayında Kuva-yi Seyyare'nin tuttuğu Gediz-Kütahya üstüne yürümüş.
Düzenli orduyu 1. Süvari Grubu komutanı Binbaşı Derviş Bey takip ediyormuş. Derviş Bey, Ethem'in arkadaşı olduğu için, Yunanlara sığınmadan önce tüm silah ve cephanelerini TBMM kuvvetlerine bırakmasını sağlamış...
Hikaye bu şekilde... Peki durumu bir de Çerkez Ethem'in dilinden dinleyecek olursak ; “Suçlular affedilmeyi kabul eder, ben suçlu değilim. Aziz vatan için herkesten önce yola çıktım, mevki ve şeref düşünmedim. Bu durumda dönmektense iftiraya uğramış bir mağdur olarak ölmeyi tercih ederim. Bugün dahi sebeplerini bilmediğim için izahtan mahrum olduğum sebeplerle memleketim, vatandaşlarım ve tarih huzurunda ihanetle tescil edilmiş durumdayım. Kesinlikle ithamların ağır mesuliyetine layık bir günahkar değilim; fakat gerçekleri tarafsız bir mahkeme huzurunda izah edebilecek miyim? Hayır. O halde gurbette devam edecek ve gurbette öleceğim. Ta ki akıbetim günün birinde o ilk günlerin tarihini yazmak isteyen kimselerin dikkatini çeksin ve meseleyi baştan sona ele alsınlar. Belki çok hatalarım olduğunu, fakat asla vatan haini olmadığımı tespit etsinler.”
Bazı dönemler vardır, toplumların var ile yok arasında yaşadıkları, devam etmek ile bitmek arasında oldukları...O dönemler olağanüstü dönemlerdir ve başta bulunan kişiler net olmak zorundadırlar. İsteseler de istemeseler de bazı kararlar vermek zorunda kalırlar...O dönemde de Türk toplumu büyük bir imtihandan geçmektedir ve malesef baştaki kişilerin net olması halkın net olması anlamına geleceğinden bazı kişilere dönem gereğince hain damgası vurmak zorunda kalmışlardır...
Çerkez Ethem de hain denmek zorunda kalınanlardan mıdır yoksa gerçekten hain midir bilinmez.. Lakin hatıratında da söylediği gibi 'Aziz vatan için önce yola çıkan' ın o olduğu da açıktır sanırım..

selametle..

TAC MAHAL

Şah Cihan'ın sevgili eşinin ölümünden sonra yaptırdığı anıt mezar... Hepimizin ezbere bildiği bu yapıt yalnız bu bilgiyle sınırlı kalır her zaman. Peki bu ünlü mimarinin hikayesini merak etsek, araştırsak karşımıza neler çıkardı?
Şah Cihan, Hindistanda 1526-1858 yılları arasında hüküm süren Türk-Müslüman devleti  Babür  İmparatorluğunun 6. hükümdarıdır. Tüm tarih kitaplarında ismi geçen Şah Cihan'ın sevgili eşi ise Mümtaz Mahal (Ercümend Banu Begüm) dir. Mümtaz Mahal, Şah Cihan'ın 7 eşinden en sevdiği eşidir.
 
Hazin hikayemiz, Şah Cihan'ın bir isyanı bastırmak için Burhanpur'a yolculuğu sırasında cereyan etmiş. Mümtaz Mahal, Şah Cihan'ın çıktığı seferlere her zaman onunla birlikte katılırmış. Bu sefer sırasında da eşine eşlik etmek istemiş. Lakin bu defa öncekilerden farklı bir durum mevcut; Mümtaz Mahal, Şah Cİhan'ın 14. çocuğuna hamiledir... Sefer sırasında doğum yaparken Mümtaz Mahal vefat etmiş...
Şah Cihan, çok sevdiği eşinin ölümünün ardından 2 yıl yas tutmuş. Devlet işlerinden elini eteğini çekmeye başlamış ve mimariye merak salmış. Doğum sırasında ölen kadınların kutsal sayıldığı Hindistanda Şah Cihan, insanların gördüğü en güzel anıt mezarı yaptırmak üzere ahd etmiş...
Kendisine 2000 e yakın proje sunulan Şah, en sonunda şuanki mimaride karar kılmış.. Yapımı 21 yıl süren bu muhteşem yapıtta yaklaşık 22 000 işçi çalışmış... ayrıca yapılırken filler de büyük işleve sahipmiş.

Tac Mahal'in mimarları ise  Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi... Bu mimarlar İstanbul'dan özel olarak çağrılmış...
Bu mükemmel yapı kendisiyle birlikte bir çok efsaneyi de beraberinde getirmiş. En çok dile getirileni ise, yapımı sırasında çalışan işçilerin tekrar böyle bir bina inşa etmemeleri için kollarının kesilmesi... Lakin insana çok ürkütücü gelen bu efsanenin gerçek olmadığı  tarihçiler tarafından belirtilen bir hakikat.. Bir diğer efsane ise, kubbelerin yapımı sırasında inşa edilen iskelelerin sökülmesi ile alakalı. İskelelerin sökülmesinin 5 yıl alacağı haberi Şah'a bildirildiğinde, halka sökülen her tuğlanın söken kişide kalacağı söylenince iskelenin 1 gecede sökülmesi...
Şah Cihan, Tac Mahal yapıldıktan sonra, onun karşısına,  yapımda kullanılan mermerlerin siyahından bir kopyasını yaptırmak istemiş lakin yapımına başlanan Siyah Tac Mahal sonraki imparator tarafından yıkılmış...
Şah Cihan, Tac Mahal'in yapımından kısa bir süre sonra oğlu tarafından tahttan indirilmiş ve geri kalan ömrünü Tac Mahal manzaralı odasında geçirmiş...
Dünyanın 7 harikası arasında sayılan bu muhteşem mimarinin hikayesi bu şekilde...

Selametle...

KARA ÖLÜM

Bu defa aslında çok da bilindik olmayan bir hikaye. 14. yy da Avrupa kıtasını belki de yok olmanın eşiğine getiren veba salgını...
Daha önceden de Avrupa kıtasında aslında görülüyormuş veba hastalığı ama 14. yyda olan salgın kadar hiç biri etkili olmamış. Öncelikle Avrupa'nın üçte birini yok eden bu hastalığı tanımakta fayda var.
Orta Çağda veba 3 alt tipe sahiptir; hıyarcıklı, septisemik ve pnömonik... En yaygını ise hıyarcıklı cinsidir.  Yersinia pestis isimli bakteri tarafından enfekte olan bir kemirgence yayılmaktadır.Bakteri aslen pirelerde bulunmakta, onlar tarafından bir kemirgenden diğerine taşınmaktadır.En çok fare türü kemirgenlerce bulaştırılmaktadır insanlara hastalık... 14. yyda hayvanların çokça ölmesiyle hastalık pirelerin taşıyıcılığı ile insanlara geçmiş ve salgın boyutuna ulaşmıştır.
Pirenin ısırığı bakteriyi insanın lenf sistemine göndermektedir ve kasıklarda, bacaklarda ve koltuk altlarında hıyarcık denilen ağrılı şişlikler oluşmaktadır. Eğer şişlikler patlar ve zehirli bakteri dışarı yayılırsa hasta sağ kurtulabilme şansına sahiptir. Ancak bu olmazsa hasta, ilk şişlik görüldükten sonraki üç gün içinde ölmektedir...
Hastalığın septisemik türünde bakteri kan dolaşımında, pnömonik türünde ise Akciğerlerde enfeksiyon oluşturmaktadır.
İçi kanla dolu koyu şişlikler bu hastalığın karakteristiğini oluşturmakta ve 'Kara Ölüm' ismini vermektedir...
Hastalıkla ilgili bilgi verdikten sonra gelelim salgına... Salgın, genel kabule göre ilk Çin'de ortaya çıkmış, Asya kıtasında yayıldıktan sonra 1345 yılında Avrupa'ya geçmiş...
Avrupa'ya geçiş şekli ise belki de yazımızın en ilgi çekici kısmı..1345'de  Kırım`daki Ceneviz kolonisini kuşatan Moğol ordusunun vebalı ölüleri mancınıklarla şehre fırlatması ile hastalığın Avrupa kıtasındaki yolculuğu başlamış olur...
Ticari rotaları izleyerek Avrupada hızla yayılmış veba... İklimsel değişikliklere duyarlı olan pireler kış aylarında yaşam ortamı bulamadığı için, kışın azalan salgınlar, ilkbaharda tekrar yükselmiş ve bu döngüyle uzun yıllar devam etmiş...
Dönemin insanları oluşan salgınla alakalı değişik teoriler üretmişler. Bir çoğu bu hastalığın Tanrı'nın bir cezası olduğunu düşünmüş. Bir kısmı ise uzayda olan astronomik olaylara bağlamış. Kimisi de yeryüzündeki depremlerden dolayı yayıldığı fikrini savunmuş. Kötü havanın hastalığa sebep olduğunu düşünenler tütsü yakıp havanın güzel kokmasını sağlayarak hastalığı yenmeye çalışmış...
Banyo yapılmazsa derideki gözenekler açılmaz ve kötü hava vücuda giremez, inancı nedeniyle 1800’lü yıllara kadar, Avrupa’da insanlar yıkanamamışlar hastalık korkusuyla ve elbette bu, salgının daha da alevlenme sebeplerinden olmuş... Hastalık sebebi olarak Yahudileri gösterenler de varmış ve malesef Yahudiler diri diri yakılmaya varacak durumlarla karşı karşıya bırakılmışlar...
İnsanlar, vebadan ölen yakınlarının cesetlerini kapının önüne bırakıyor, görevliler de evlerin önlerinden cesetleri toplayıp uzak yerlere götürüyorlarmış...
Salgın yalnız Avrupada derin izler bırakmamış elbette, tüm dünyayı kasıp kavurmuş...
Bazı yerlerde nüfus azalması yaşanırken bazı yerlerde de nüfus tamamen yok olmuş. Yaklaşık 100 milyon insanın birkaç yılda vebadan öldüğü hesaplanmış. Avrupa nüfusunun üçte biri yaşamını kaybetmiş.
Salgından önce 450 milyon olan dünya nüfusunun 350 milyona düştüğü hesaplanmakta..


Salgın yalnız nüfusu değil Orta çağ Avrupasını her yönden vurmuş. Ekonomik, sosyal, dini, kültürel... her açıdan Avrupa bu dönemde tam anlamıyla bir çöküş yaşamış...
1345 salgınının etkileri 1350`li yıllarda azalmaya başlasa da tam olarak kaybolmamış ve veba, bu denli şiddetli olmamakla birlikte, daha sonra birkaç kez daha Avrupa topraklarında görülmüş...
Salgın sonrası ancak 200 yıl sonra Avrupa, tam anlamıyla toparlanabilmiş...

Selametle...

EL DEĞMEMİŞ YENİ BİR DÜNYA: AMERİKA

Lise tarih derslerinden Avrupa'nın aydınlanma, orta çağdan kurtulma dönemlerindeki coğrafi keşifleri ara ara hatırlarız. Bazen üzerine kafa yorarız, onlar bunca adım atarken biz neden bir şey yapmadık diye... Sizleri bilmem ama ben böyle düşündüğümde kafamda beliren tek cevap; biz orta çağı yaşamadık ki, Avrupa bizim karşımızda ezildiği için o adımları atmaya çalıştı... Sonra ardından bir cevap daha; bir günü önceki gününden önde olmayan geride sayılır.. O zamanlar yaptığımız hata da belki bu sözü unutmamızdı, kim bilir...

Gelgelelim bu günün süper gücü o günlerin el değmemiş kıtasının keşfine... Bu konuyu araştırırken karşılaştığım bir tartışma var. Amerika'yı gerçekten   Christopher Columbus  mu keşfetti yoksa ondan önce müslümanlarca zaten keşfedilmiş miydi? Batılı kaynaklarda müslüman kaşiflerden elbette bahsedilmiyor, lakin bizim bazı tarihçilerimiz başta Piri Reis'in haritası olmak üzere bazı kaynaklara dayanarak Amerikanın  Christopher Columbus'dan önce keşfedildiği görüşünde. Piri Reis'in haritasının o zamanın coğrafi koşullarına göre kusursuz oluşu ve haritada bulunan o zamanlar henüz keşfedilmemiş bazı dağlar ve akarsular bu tezi desteklemekte. Diğer bir destek ise Christopher Columbus Amerika'ya gittiğinde orada müslüman camilerinin olduğunun iddia edilmesi...( Mustafa Yahya Coşkun'un Amerika'yı kim keşfetti yazısı)
Bunların da dışında hala resmiyette bulunan bilgi, 1492 yılında  Christopher Columbus  tarafından yeni bir kıtanın keşfedildiği lakin kendisi buranın yeni bir kıta olduğunu anlamadığı ve ondan 5 yıl sonra 1497 yılında Amerigo Vespucci'nin yeni bir kıta olduğunu anladığıdır...
15. yy dünyasında Osmanlı İmparatorluğu hakimdir ve zamanın önemli ticaret yolları Osmanlı kontrolündedir. Bu durum batılı ülkelerce zorlayıcıdır ve Hindistan, Çin gibi doğunun zenginliklerine gidebilmek için yeni yollar arayışı içindedirler. Böyle bir dönemde  Christopher Columbus isimli italyan denizci yeni bir yol bulabilmek için kendisine inanır ve destek arayışları içine girer.. önce Portekiz'den daha sonra da İspanya'dan destek ister.( Bir kaynakta  Christopher Columbus'un dönemin padişahı 2. Beyazid'tan da yardım istediği, sultanın da destek verdiği yazmakta) zamanın İspanya kraliçesi İsabella destek isteğini kabul eder ve  Christopher Columbus yola çıkar. Yola çıkarken kafasında, sürekli batıya giderse doğuya ulaşabileceği düşüncesi vardır... Ki dünyanın yuvarlak olduğunun söylenmesinin bile yasak olduğu bu dönemde Christopher Columbus'u cesaretinden dolayı tebrik etmek gerekir, ama bize düşmez elbette :). Bunun yanısıra Avrupa'da dünyanın yuvarlak olmadığı düşünülürken  Christopher Columbus'un dünyanın yuvarlak olduğunu müslüman kaynaklardan okuduğunu da belirtmek de fayda var zannediyorum :)
 Christopher Columbus tüm hesaplarında haklı çıkar. tam olarak hesapladığı yerde koca bir kıta vardır...
 Ve avrupanın yeni dünyaya taşınma süreci başlamış olur...
Geçen hafta katıldığım, tarihçi yazar Talha Uğurluel'in konferansında bu konuda kurduğu cümle halen kulaklarımda. Aslında daha önceden de hafızamın derinliklerinde olan bu cümle o günden sonra bu konuda epey kafa yormama sebep olmuştu, ki sonrasında bu yazıyı yazmak nasip oldu; Avrupa, Amerika'yı keşfettikten sonra oraya çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniyeler götürüp yerli halka dağıtmıştı...
Amerika'nın keşfinin beraberinde, el değmemiş yeni bir kıtada, soykırımları, sömürgeleştirmeleri, salgın hastalıkları da getirdiği söylenegelen bir efsane... Amerika keşfolunduktan yaklaşık bir buçuk asır  sonra kızıldereli nüfusunun %80 azaldığı yazmakta.. Bu sayı 20. yy başlarında %95 lere ulaşmakta malesef... Bu ölüm oranlarında en büyük pay eski dünyadan taşınan salgın hastalıkların...( wikipedia.org)
Amerika keşfedildikten hemen sonra kolonizasyonlar başlamış. Avrupa'da özellikle yoksul yaşayan halk akın akın yeni bulunan kıtaya gelmeye başlamış. Hangi kolonilerin nerelere yerleştikleri genel itibariyle halen günümüzde de bilinmekte... El değmemiş bu dünyada hızlı bir köleleştirme başlamış ilk başlarda.. Daha sonrasında zamanın papası Papa VI. Alexander yayınladığı bir bildiri ile yeni bulunan kıtanın topraklarının tamamının İspanya kralına ait olduğunu açıklamış. Bunun karşılığında bu kıtada yaşayan insanların hristiyanlaştırılmasını istemiş. Bu sebepledir ki sonraki yolculuklarda Amerika'ya papaz ve keşişler de gönderilmiş. Misyonerlik çalışmaları çerçevesinde yer yer zorlamalarla yer yer eğitici çalışmalarla histiyanlık yayılmaya çalışılmış.( wikipedia.org)


Kölelik o zamanların Avrupasında hristiyanlar arasında yasak; bir hristiyan başka bir hristiyana köle olamaz ama başka bir dinden olan biri köle olarak alınabilir. Amerika'da da bu düşünce uygulamaya konuşmuş. Burada belirtmek isterim ki, keşif öncesi Amerika'da da kölelik yaygın bir mesele imiş. Bir savaş sırasında alınan esirler köle alınıp baze çalıştırılıyor bazense tanrılara kurban ediliyormuş zamanın İnka ve Aztek uygarlıklarında. Bu yüzdendir ki kölelik yeni bir ritüel olmamış yeni bulunan kıtada...
Ne var ki keşif sonrasında yeni iş merkezleri haline getirilen bu kıtada iş gücü gereksinimi çıkmaya başlamış.. Hastalıklar vs sebepleri ile yerli halk o kadar azalmış ki çalışacak insan bulunamaz olmuş. Bunun da ötesinde elbette kolonilerdeki insanların da yaşam süreleri fazlasıyla azalmış yaşam koşullarından ötürü... İş gücü çaresini köle ithali yapmakta bulmuş toprak sahipleri..  Afrika'dan alınan zenci köleler Amerika'ya getirilip burada çalıştırılmaya, alınıp satılmaya başlanmış. Lakin yaşam koşulları bu köleleri de vurmuş ve yaşam süreleri çok fazla kısalmış ve bu da toprak sahiplerinin ihtiyacını karşılayamaz olmuş...
Bazı toprak sahipleri Avrupa'daki yoksul halktan gençleri Amerika'ya taşıyormuş bu dönemde. Avrupa'da yoksul ailelerdeki gençler için babalarıyla anlaşma imzalıyorlarmış. Anlaşmaya göre 7 yıl boyunca bu gençler ücretsiz olarak toprak sahipleri için çalışacak ve ihtiyaçları da bu iş verenlerce karşılanacakmış. Denildiği gibi bu gençler Amerika'ya götürülmüş, ihtiyaçları karşılanarak ücretsiz çalıştırılmış, bunun dışında başka beceriler de öğretilmiş. Ve 7 yılın sonunda kendi hayatlarını kurmaları için izin verilmiş. Lakin bu gençlerin pek azı bu fırsatı yakalayabilmiş. Bir çoğu bu süreyi tamamlayamadan ölmüşler...
Avrupalılar bu yeni dünyayı yalnız kendi başlarına fethetmemişler. Yapılan arkeolojik çalışmalar giden kolonilerin bir çok yerli halkla ittifak ettiğini de göstermekte...
gel zaman git zaman.. yaklaşık 600 yıldır Avrupalılar bu yeni dünya üzerinde yaşamakta.. Ve kızılderelilerin, yerli halkın fazlasıyla azınlık olduğu o topraklarda süper güç olarak devam etmekte...

Selametle...